17 Aralık 2009 Perşembe

Önümüzde değil Yanımızda Elano

Galatasaray'da 10 numara olarak alınılan Elano beklenenleri veremedi. Sezon başlangıcından beri izlediğimiz Elano'nun 10 numara olmadığını anlamak için futbol dahisi olmaya gerek yok. Ancak Elano son 2 haftada gösterdiği performansla, bence Galatasaray'ın bu formasyonunda ve bu kadro yapısında Arda'dan çok daha kilit bir role sahiptir. Galatasaray, oyunu açmada ve orta sahada pas dağıtımında büyük sıkıntı yaşıyor ve bu sıkıntı geripas-yanpas olarak ortaya çıkıyor. Elano belki Galatasaray taraftarlarının beklediği 10 numara değil ancak, bence onun yerine gelecek bir 10 numaradan, eğer biraz sonra dediklerimi yapabilecek olursa ki bence yapabilir, çok daha faydalı olacaktır.

Galatasaray'ın orta sahadaki oyuncu yapısı incelenirse şu ortaya çıkmakta: Mehmet Topal tamamen defansın içine girerek tüm takımı defansa çeken daha çok bekleyip pozisyon alan bir oyuncu. Eski sezonların aksine, en büyük özelliği olan ve onu Avrupa'ya taşıyabilecek ileri doğru hızlı oynama özelliğini bu sene tamamen kaybetmiş durumda. Mustafa Sarp bu kadrodaki 2 taraflı oynamaya hem yatkın hem de buna çabalayan tek oyuncu ve tartışmasız olarak da bu sezonun en başarılı futbolcusu. Mustafa Sarp bu özellikleriyle ilerisi için her kadro yapısında ve formatında Galatasaray'daki formasını garanti altına almış durumda. Ayhan Akman maalesef artık yaşlılığın etkilerini hissetmekte, yoksa 2-3 sene önceki Ayhan banko oyuncu olurdu ve Elano'ya da gerek kalmayabilirdi. Barış top ayağındayken takım için mutlak zarar... Ancak top rakipteyken, sadece orta saha oyuncuları içinde değil tüm kadrodaki oyuncular içinde de, rakibe hamle yapan, diğer bir deyişle ısıran tek oyuncu ve Rijkaard keskin hatlarıyla 4-3-3'ü, yani 3 orta saha oyuncusunu da defansif olarak kullanacaksa koyabileceği tek oyuncu gibi durmaktadır. Çünkü 3 tane Barış ile rakibe orta sahada dayanılmaz bir baskı yaparsınız, oyununu bozarsınız ve çok sayıda top kazanarak oyuna hükmedebilirsiniz. Linderoth'u geçiyorum; devamlı sakat maalesef.


14 Aralık 2009 Pazartesi

Seyir zevki yüksek olup, başarı sağlayamayan takımlar üzerine;

Nba tarihinde sürekli seyir zevki yüksek olan takımlar olmuştur, smaç takımları, pas takımları, blok takımları, fast break takımları vs… Bu tarz takımlar genelde hep sahip oldukları yetenekli bir oyuncunun yapısına göre şekillenmiş ve tek oyuncunun oyunu üzerinden oynamışlardır. Lakin son zamanlarda (Belki de yetenekli oyuncuların nadir yetişmesinden dolayı) bazı takımlar kadrolarını gençleştirip, oyuna enerji getirip seyir zevkini arttırdı ve bu şekilde seyirci çekti.
Örneğin son yıllarda, Nba’deki ‘’Avrupalılaşma’’ hareketi sürerken, Atlanta, Portland, Memphis ve hatta Denver bu gençleşme akımına dâhil olan takımlardır. Maalesef bu seyir zevki yüksek takımların yegâne eksikleri, onların başarı sağlamalarına engel olmakta ve bu eksik, zor anlarda top kullanmayı bilen, tecrübe sahibi ya da yetenekli bir yıldız... Denver son iki yıldır tecrübeli oyuncular transfer ederek bu soruna bir çözüm bulmaya çalıştı ve Billups’la birlikte biraz çözmüş oldu bu sorunu ama bahsi geçen diğer takımlarda halen devam etmekte. Nba’in hızlı, pota altına yüklenerek oynanılan oyununu seven birisi olarak, bencil bir tavırla tüm ligdeki akımın bu yönde gitmesini tercih ederim.
Peki, durum böyleyken ne yapsak da bu takımları ve dolayısıyla akımı başarıya ulaştırsak? Mesela emekliliği yaklaşan tecrübeli oyuncular para veya eski takım romantizmine kapılmayıp bu takımlarda bir iki sene geçirerek, oyunu olgunlaştırsalar. Mesela, Jason Kidd neden Atlanta ya da Memphis’te oynamak yerine Dallas’ta oynamakta? Sonuç olarak tez vakitte bu takımlara uygun yıldızların transferlerini bekliyoruz.

Ekol 2

Bir önceki yazımda Türkiye'de bir ekolün oluşmaya başladığını anlatmaya çalıştım. Ancak dikkat etmemiz gereken, ekolün,  çok mükemmel bir şekilde top oynamak anlamına gelmediğidir; sadece oyunun özel bir noktasında uzmanlaşmak, öne çıkmak demek olduğudur. Yani ülkemizde çok üst düzey futbol oynanıyor demek istemiyorum.
 

Dört büyükler dışındaki takımlarla ilgili olarak ''iyi oynuyorlar'' yorumu sadece dört büyüklerle oynadıkları maçlara bakılarak yapılır. Peki bu maçlarda nasıl oynar bu klüplerimiz? Ben size söyleyeyim: İlk toplara baskı, iyi alan kapatma ve pres pres pres... Çok nadir istisnalar dışında bu böyledir. Bu takımların hocaları da, ligde takımları 5.likle 10.luk arasındaysa, hemen büyük takımlardaki ve milli takımımızdaki kriz anlarında teknik direktör adayı olarak ortaya sürülürler. Bu takımlara, hocalara getirilen en büyük eleştiri ise futbol anlayışlarındaki tek taraflılıktır. Yani sadece orta sahada pres yapmak ve oynatmamak üzerine kurulu bir futbol... Topa sahip olunduğundaysa hiç bir fikirleri yok. Bu düşünce ve uygulama eksikliği sadece sahadaki taktiksel düzende değil, genel futbol felsefesinde de var olan bir eksiklik ve  daha önemli  başka sorunların da kaynağını teşkil etmekte. Ülkemizde ve dünyada tüm taraftarların görmek istedikleri futbol aynıdır. Ama ülkemizdeki 4 büyükler ve milli takımımız topla oynamayı seven, devamlı hücumu düşünen, Brezilya veya Hollanda gibi bir futbol özlemi çekerken bu futbolu oynatmak isteyen hocaların ve bu futbolu oynamak isteyen oyuncuların başarılı olabilmesi çok zor hatta imkansızdır. Bizim üst düzey futbolda mentor olarak almamız gerekenler maalesef Rijkaard veya Hiddink değildir. Onlar ne kadar güzel top oynatsalar ve futbolumuza çok şey katabilecek olsalar da temel ile tepe arasında bir bağlantı olmadığı için yarardan çok zararları olablir. Rijkaard'ın istediği sistemi oynatabilmesi için yabancı oyuncu sınırlamasının kalkması ve Gs ilk 11inin yabacılardan oluşması gerek. Çünkü Türk oyuncuların yetiştirilme biçimi çok farklı, altyapıdan Süper Lig'e kadar oynanan futbol ise aynı... Bu çocuklar bu futbolla yaşadılar, bu futbolu öğrendiler.

Tellodrom


Dromomani: Bulunduğu yerlerde huzursuz olan, sürekli yer değiştirme şeklindeki anti sosyal davranış. Seyahat etmeyi çok sevenler için de kullanır.
Mustafa Denizli yönetimindeki Beşiktaş'ta 2009 - 2010 sezonunun başından beri özellikle ileri uçta oynayan oyuncuların istikrarsız saha dizilişleri göze çarpıyor. Şu an itibariyle uzun süreli sakatlıkları bulunan Delgado ve Holosko kadroda olmadığı için nispeten daha az göze çarpan bu durum, özellikle ligin başından beri  en fazla dikkati çeken hususlardan birisiydi ve öyle olmaya da devam ediyor.
Ligin ilk yarısı bitmeye yüz tutmuşken, henüz hala belli bir ileri uç dizilişi sağlayamamış olmak nasıl açıklanmalı bilemiyorum. Çünkü eldeki kadro, standart savunma, ortasaha ve forvet hattı kurmaya o kadar müsait ki Denizli'nin Amerika'yı yeniden keşfetme çabalarını anlamak elbette mümkün değil. Sonuçta Şampiyonlar Ligi de dahil olmak üzere birçok maç oynandı ve hala belirli bir düzeni sahada görmek imkansız. İlk 11 aşağı yukarı tahmin edilse de, saha dizilişi asla tam tahmin edilemiyor.

11 Aralık 2009 Cuma

Şampiyonlar Ligi Futbol Öğretisi


Beşiktaş-Cska Moskova: 1-2


Sezon başında ve ilerleyen süreçte Beşiktaş'ı canlı izleme fırsatları yakalamıştım. Henüz o zaman Beşiktaş'ın grupta (Şampiyonlar Ligi) hiç şansı olmadığını ve puan almasının yeterli olacağını düşünüyordum. Gruba bir göz gezdirdiğimizde Beşiktaş'ın en yakın rakibinin Cska Moskova olacağını ve asıl mücadeleyi gruptan çıkmak için değil, Uefa Ligi'ne kalmak adına yapacağını düşünmek yanlış değildi.

Gerek basın, gerek futbol otoriteleri, gerek izleyici kitlesi bazında yapılan yorumlar veya genel kanı göz önüne alındığında, Beşiktaş'ın hangi maç veya maçlarda iyi oynadığı hususunda birtakım fikirler mevcut. En çok göze çarpanlar ise, puan aldığı maçlar (deplasmanda Wolfsburg 0-0, deplasmanda M.United 0-1 sonuçları ile) ve evinde oynayıp kaybettiği M.United maçı olarak kabul edilebilir.
Maçların belli bölümleri hariç, Beşiktaş'ın bu maçlarda iyi futbol oynadığına katılmadığımı belirtmeliyim.

Hatalı bir kanıya vurgu yaparak işe başlamak gerekiyor. Bu kanı kesinlikle ve kesinlikle "iyi mücadele" kanısıdır. Yani takımların puan kaybettikleri veya yenildikleri maçlardan sonra, bir teselli cümlesi olarak karşımıza çıkan o cümle: "iyi mücadele ettiler"... Peki o zaman gerçekleri görebilmek adına sormamız gerekmez mi; Şans faktörü işlemediği taktirde, insan hayatının hangi mecrağında, mücadele etmeden bir başarı kazanılıyor veya istenilen hedefe ulaşılıyor? Şans olgusu olmadan istikrar elde etmenin temelinde zaten mücadele etmek yatmıyor mu? Yani mücadelenin iyisi kötüsü olamaz. Mücadele, mücadeledir ve bir işi becermek için sarfetmeniz gereken şeylerin tümüne verilen addır.

Beşiktaş irdelendiğinde, hem yönetimin hem taraftarın neredeyse tek tatmininin de bu olduğunu söyleyebiliriz. Hakikaten oynanan maçlar itibariyle, defans dörtlüsü hariç, takımın geri kalanının canhıraş bir mücadele içerisinde olduğunu görüyoruz. Peki başarı neden yakalanamıyor? Çünkü başıboş enerji salınımı verimsizliktir. Eğer enerjiyi kontrol edemez, onu doğru yönlendirmezseniz, verim alamaz hatta çoğu zaman zararlı çıkarsınız. Beşiktaş da bunu yaşıyor. İstekli, sürekli baskı yapmaya çalışan, her topa, her adama koşan bu takımın aslında ne yapmaya çalıştığı hakkında bir fikri olan var mı? Sanıyorum yok. Oyuncular sarfettikleri o üstün enerji sonunda topu kazanıyorlar, ancak ondan sonra ne yapacakları konusunda hiçbir fikirleri yok. Ne bireysel ne de takım halinde bilinçli bir harekete rastlamak mümkün. Eh enerji tükenmeye, dolayısıyla refleksler yavaşlamaya, odaklanma azalmaya başladığı anda rakibin mantık ve sabırla açtığı gedikler yavaş yavaş etkisini gösteriyor ve sonunda kale düşüyor. Beşiktaş bunu her maçta yaşıyor. Sadece Beşiktaş değil, tüm Türkiye Ligi takımlarının genel futbol anlayışı da zaten bundan ibaret. Dolayısıyla ne büyük takımlarda ne de daha zayıf addedilen Anadolu takımlarında belirli bir istikrardan söz etmek mümkün. "Biz gerekli mücadelemizi edelim, şans veya Allah da yardım ederse kazanırız" zihniyetinden daha fazlasını beklememiz de imkansız zaten.

İyi mücadele ettiği söylenip, kaybettiği maçlardan birini ele alalım. Örneğin İnönü'de oynanan ve Beşiktaş'ın son dakikalarda yediği bir golle kaybettiği Beşiktaş-M.United maçı... Maçın geneline baktığımızda yine cansiperhane mücadele veren bir Beşiktaş ancak karşısında iyi oynamadığının farkında olup ne yaparsa galibiyete ulaşabileceğini düşünen bir M.United görüyoruz. M.United'ın neden büyük bir klüp olduğunu da buradan anlıyoruz; Hayır galibiyeti elde ettiği için değil, neyin ters gittiğinin farkında olup, çözüm üretmeyi maç boyunca sürdürebilmesinden anlıyoruz. Oysa son oynanan Cska Moskova maçında ilk yarım saatten sonra işlerin ters gittiğinin farkında olan Beşiktaş, golün geliyorum dediği 10 dakika boyunca bile rakibi durdurmak adına hiçbir çözüm üretemedi.

Çözümler ve üretim üzerine burada paragraflarca yazı yazmamız ve toplu tartışmalara girmemiz gerekiyor ki "peki sorun nedir" sorusuna daha net cevaplar vermemiz mümkün olsun. Çünkü bu sorunların çözümleri profesyonel, birikimli, akılcı ve planlı çalışmalar sonucunda elde edilir ve verim almak sanıldığı kadar kısa sürede gerçekleşmez.
Görünen o ki; daha zamanımız bol ve tartışacak çok şeyimiz var.

7 Aralık 2009 Pazartesi

EKOL

Uzun süredir konuşulan ''bizim ekolümüz yok'' tartışması bence artık anlamsız olmaya başladı. Çünkü bir ekolümüzün oluştuğu, daha doğrusu oluşmakta olduğu kanısındayım. Aslında bu ''ekol'' kelimesini tam olarak bilmesem de dışarda da bahsi geçen bir kelime. Ekol'ün tam karşılığı; bir bilim ve sanat kolunda ayrı nitelik ve özellikleri bulunan yöntem, akım veya okuldur. Şimdi bizim ekol diye konuştuğumuz şeyleri biraz düşünelim.

-İtalyan Ekolü: Genel olarak savunma yapan ve bunu ''takım halinde'' yapmanın çok ötesine geçirmiş, her oyuncunun savunma üstadı olduğu, savunmanın her türlü inceliklerini ve kalınlıklarını uygulayan, takımlar ve oyuncular kümesidir. Savunma futbolda en çok zeka isteyen bölüm olduğu için bu, futbolu bilme, toplu topsuz oyun, vücudu kullanma, oyun konsantrasyonu, oyunu okuma, hedefler doğrultusunda maçı görme, saha dışı, saha içi psikolojik faktörleri kullanma bunları yaratma, oyun disiplini, maç içinde taktiksel değişikler gibi birbiriyle bağlantılı gerekleri olan ve aynı zamanda bunları bir artı olarak yaratan aslında çok komplike bir olgudur italyan ekolü. Bana kalırsa dünyadaki gerçek iki futbol görüşünden biridir.

-Hollanda Ekolü: Burada total futbola girmeyeceğim, çünkü total futbol bir ekol değil bence, bir efsane yada rüzgar gibi geçmiş cennetten bir görüntü. Total futbol, oyuna ofsayt taktiğini getiren bir sistem. Ancak son zamanların modası ve ülkemizde herkesin dilinde olan, böylece bir kez daha ülkemizde ne kadar ''büyük futbol duayenleri''nin olduğunu görmemizi sağlayan total futbolun en temel özelliği, herkesin oyun içinde yer değiştirebilir olması. Yani Servet Çetin'in oyun içinde orta sahaya geçip ara pası atması, sabrinin de forvette oynamasının mümkün olduğu bir sistem. Ancak Hollanda futbolu dediğimizde hepimizin bildiği ve iskender denildiğinde beynimizde oluşan görüntü gibi bir görüntü oluşmakta; o da bitmek tükenmeden ayağa, yerden, hızlı, kısa paslaşmalar ve yardımlaşmalı 2 li 3 lü oyunlar... Hollandalılar oynarken birşeyi hayatta göremezsiniz, o da ileriye uzun paslar... Sanırım bunun tek istisnası 94 Amerika'da Bergkamp'ın Arjantine attığı goldür ki o da kontra atakta bilinçli olarak atılmıştı. Hollanda sistemi, her zaman topu ayağında daha çok tutan ancak bu, bireysel manada ayağında tutmak değil, takım olarak ayağında tutmak olan, yani hiç bir futbolcunun ayağında topu 0,5-1 saniyeden fazla tutmadığı bir sistem (oysa bu süre bizim futbolcularımızda 1,5-2 saniyedir - evet zaman tuttum - Aynı eleştiriyi İtalyan futbolcular için de yapabiliriz). Yine bu ekolde de taktik displin önemli ancak futbolcuların insiyatifleri de oldukca önemli bir yer tutmakta hollanda takımlarında. Yani belli bölgelerde yapılması gerekenler var ancak oyuncunun yaratıcılığı her zaman daha önemlidir.

-Alman Futbolu: Fizik, çok katı taktiksel disiplin, oyun konsantrasyonu... Bence İtalyanlardan savunma, Hollandalılardan da paslaşma özelliklerinin az miktarda karışımı ve üstüne de ilk cümlede bahsettiğim özelliklerin eklenmesi ile oluşur.

-İngiliz Futbolu: Artık olmayan ekoldür. Havadan 40 metrelik paslar, çok yüksek tempo, fiziki mücadele.

-Fransızların bir ekolü yoktur. 98 den beri yükselen fransız futbolu tamamen göçmen ailelerinin ve Afrika sömürgelerinin fiziki ve teknik yeteneklerinin bulunup yetiştirilmesi üzerine genel avrupa futbolunun karakteristliğinin katılmasıdır.

-Brezilyalıların bir futbolu vardır evet ama bir sistemleri var mıdır soru işareti... Brezilya futbolu, doğal yeteneklerin en iyi sergilenebileceği taktik formasyonların oluşturulduğu, tamamen oyunculara bağlı bir futboldur. 90 öncesi Brezilya futbolu ile 90 sonrası Brezilya futbolu arasında bir fark vardır; o da Avrupa'da oynayan futbolcuların Avrupa esintilerini yani savunma ve topsuz oyunu kullanmalarıdır.

Şimdi bizim oluşmakta olan futbol ekolümüze bakarsak ne görüyoruz? İlk gördüğümüz parçacıklar, Cine 5 teleskobundan, tam olarak 3,5 milyon ışık yılı önce, Fatih Terim ile birlikte oluşan Galatasaray'dan... Uefa şampiyonu olan o takımı en iyi tanımlayan şey presti; rakip yarısahada başlayan okan-emre-suat 3 lüsünün ve bunlara ek olarak bekler Hakan Ünsal, Ergün Penbe, Capone, Fatih Akyel ve forvet Hakan Şükür'ün o zaman Avrupa'da ve Türkiye'de hiç bir takımın yapmadığı bir şey olan, maçın 3te2'lik kısmında yada yarısındaki hücum pres... Gs'de bunu yapabilen orta saha vardı. Gs'nin başarısı sadece bu değildi. Bu orta saha aynı zamanda oyunun 2 tarafına da oynayabilen olağan üstü bir orta sahaydı. Şimdi burda Türk ekolüne gelirsek, bu oyun tarzı o günden sonra yavaş yavaş ligimize hakim oldu ve özellikle son 3-5 sene içerisinde birçok küçük takıma yayıldı. Futbol yorumlarımızda ve yazılarımızda göreceğimiz üzere en çok kullanılan kelime ''mücadele'' olmakta. Ancak bu demek değil ki tüm takımlarımızda bir çeşit Okan, Emre, Suat var... Takımlarımız sadece oyunun bir tarafını oynayabilmekte, o da savunma. Yani pres... İtalyanların savunmasıyla bizim savunmamız arasında hiç bir benzerlik yok, hatta biz dünyada bilinen manada savunmayı beceremiyoruz. Yani beklemeyi, rakip takımı tuzaklara düşürmeyi vs vs. Biz savunmadan, topa baskı yapmayı anlıyoruz. İlk toplara sert girmek, ufak tefek tekme ve çekmeler yapmak, orta saha ile rakip 18 arasında kalan bölgede müthiş bir enerji harcamak ve rakibe top yaptırmamak, kazanılan toplarla rakibi hazırlıksız yakalamak ve hızlı bir şekilde rakip ceza sahasına paslarla girmek... İşte bu türk futbol ekolüdür arkadaşlar.

Şimdi eksik olan bir sürü şeyi sayabilirisiniz. Ancak ben de o eksiklere karşılık yukarıda bahsettiğim ekollerin bir sürü eksiğini sayabilirim. Farkettiyseniz tüm ekoller oyunun bir tarafına yönelik. Yani uzmanlaşılan bir konu var. Savunma yada hücüm. Ancak ekol ile futbol arasında bir fark var. Türk futbolu hala çok geride. Toplu-topsuz oyun, temel oyun bilgileri vs vs burda anlatmakla bitmez. Ama ekolse artık bizimde bir ekolümüz oluşmakta.

23 Kasım 2009 Pazartesi

Cemal Nalga Vakası


Türkiye basketbol liginde, oluşum şekli açısından emsalsiz bir hadise yaşandı geçtiğimiz günlerde. Emsalsiz olması sebebiyle de olayın, başrol oyuncusu olan Cemal Nalga ile özdeşleşmesi çok normal gözüküyor.


Olay neydi hatırlamak istediğimizde şöyle bir açıklama yapabiliriz:

Galatasaray Cafe Crown Basketbol Takımı, cezalı olmasına rağmen Cemal Nalga adlı oyuncusunu, oynanan hazırlık maçlarında, başka bir isim ve forma ile -aynı takımdan arkadaşı olan Tufan Ersöz- oynatmıştı. Olayın ortaya çıkmasıyla büyük bir kargaşa ve şok yaşanmış ve basketbol federasyonunun nasıl bir ceza silsilesi ile olaya müdahale edeceği merak konusu olmuştu. Çünkü Türk spor tarihinde böylesi bir skandala henüz rastlanmamıştı ve dolayısıyla cezaların belirlenmesi, belli bir süreç istiyordu. Geçtiğimiz günlerde cezalar açıklandı ve olaya karışan isimler çeşitli cezalara çarptırıldılar.

Olayın baş sorumluları olarak ortada bulunan kişilere belirli men ve para cezaları verildi. Kişiler bazındaki bu cezalar tatminkar gözükse de Galatasaray basketbol takımına verilen ceza ise bir tartışmayı başlattı. Ligden düşürülmesi öngörülürken, Galatasaray, Nalga'nın oynadığı tüm maçlarda hükmen yenik sayıldı ve ayrıca beş puanı da ceza olarak silindi. Aslında tartışma da bu noktada başlıyor. Bu cezalarla Galataray'ın ligde tutunması zaten zor gözükmekte ancak düşürülmemesinin altında federasyonun cesaretsizliğinin yattığını söylemek de yersiz olmaz. Çünkü yapılan onca sponsorluk anlaşması, oyuncuların sözleşme içerikleri ve benzer hususların Galatasaray'ın ligden düşürülmesi halinde başını ciddi anlamda ağrıtacağı aşikardı.

Bütün bu soru işaretleri ve tartışmalar sürerken işin geri planında göze çarpan ve bunca skandal arasında biraz da haklı olarak kafamızı fazla kurcalamayan bir konu var ki, özellikle tartışmaya açıktır; Cemal Nalga, yine bir hazırlık maçında rakip takım oyuncusuna attığı yumruk sonucu beş maç cezaya çarptırılmıştır. İşin garip noktası ise bu beş maçlık cezanın hazırlık maçları ile eritilebilir olmasıdır. Oysa maçlardan men cezası, hele ki böylesi şiddet içeren, kavga benzeri vakalarda özellikle resmi maçlar için veriliyor. Fakat bu durumda cezalı oyuncularınızı hazırlık-dostluk maçlarında oynatarak cezalarını yok etme şansını elde etmiş oluyorsunuz. Yani haliyle cezadan çok, "dostlar alışverişte görsün" mantığı ile karşı karşıyayız. Yeni gelişen olayları bir kenara bırakırsak, sadece bu saçma ceza sistemini irdelediğimizde dahi, basketbol ligimizin temizliği ve adilliği için daha fırınlarca ekmek yenmesi gerektiği gerçeği göz ardı edilemez.

İşin akla hayale sığmayan kısmı ise, bu toleranslı ceza sistemine rağmen Galatasaray teknik heyetinin, cesareti, saflığı (hakaret içermeden kullanılabilecek bir kelime olduğu için), yüzsüzlüğü, artniyeti... Her nasıl adlandırıyorsanız adlandırın...
Değil Cemal Nalga, Jamal Mashburn bile olsa, bu tutum affedilmesi imkansız bir tutumdur. Özrü yoktur. Galatasaray eski teknik heyeti gibi, bahane belirtirken çok klasik bir taktiğe başvurup "herşeyi ülkemiz için yaptık" klişesi ile işin içinden sıyrılmaya çalışılsa bile...


2 Kasım 2009 Pazartesi

Hidayet Türkoğlu transferi ve ‘’Avrupa Basketbol’u’’ üzerine;

Bu sene medyada bolca yer alan Hidayet Türkoğlu transferinin Hidayet ve Toronto için fayda ve zararlarından bahsederek, Nba’ de yaygınlaşmaya başlayan sözüm ona Avrupa basketbolunu inceleyelim;

Tabi ki profesyonel bir sporcu, kariyerinin basit bir hata ile oluşacak sakatlıklarla biteceğini düşünerek transfer döneminde alacağı ücrete göre seçim yapmalıdır. Lakin Toronto’nun yapısı ve yapılan transferlerden sonra Orlando’nun durumu göz önünde bulundurulduğunda, Orlando’da kalmasının kariyeri için daha iyi olacağını düşünmekteyim. Toronto’nun yapısının Avrupa basketi model alınarak kurulduğu sürekli tekrarlanmakta. Lakin oyuncuların yeteneklerine bakıldığında savunma, rebound ve dış atış yüzdeleri ‘’Avrupa basketboluna’’ çok uzak. Demin seyrettiğim Orlando-Toronto maçında 125 sayı yedi Toronto ki Avrupa’da 125 sayı yiyerek önemli yerlere gelmek mümkün değildir. Tek maç için konuşmamak daha doğru olacaktır, Toronto ortalama yüzün üstünde sayı yediği bir sezonu bitirip, yine yüzün üzerinde yediği yeni bir sezona başladı! Bu yüzden, maçı seyrederken son dakikalarda Toronto’nun geri dönüş çabaları seyircileri heyecanlandırırken, beni düşündürdü. ‘’Avrupa Basketbolu’’ oynayan bir takımın 125 sayı yediği bir maçı kazanması iyi haber midir?..

Karşılaşmanın diğer tarafını, Hidayet’in eski takımı Orlando’yu incelersek, ilk beşin en önemli oyuncularından Carter ve Lewis oyunda yokken, bu oyuncuların oyunda olduğu durumlar için hazırlanmış oyunu oynayarak maçı domine eden, daha önemlisi Hidayet’i ellerinde tutmak için bütçelerini aşmaya razı olmuş bir takım. Ayrıca son maç ve öncekiler incelendiğinde Hidayet’in takım içerisindeki rolünün de önemsizleştiğini görebiliyoruz. Özellikle Calderon’un pas dağıtırken Hidayet’i daha az tercih etmesi, daha az top kullanmasına neden oluyor. Son transferler ile istediği sistemi oturtan Orlando ile yola devam etmesi durumunda, Hidayet sadece şampiyonluk yaşamaktan öte, o şampiyonlukta pay sahibi olabilirdi.

27 Ekim 2009 Salı

Derbi Heyecanı ve Faideleri


25 Ekim akşamı saatler sekizi gösterdiğinde, insanlar statta, kahvelerde, evlerinde, kafelerde, barlarda yerlerini almış ve maça kanalize olmuşlardı. Galatasaray, Şükrü Saracoğlu Stadı'na konuk oluyordu. Ezeli rekabet denen oyun yeniden sahneye konulmaktaydı. Başka planlarım olması sebebiyle maçı izleme fırsatım olmadı ancak eve dönüş yolu boyunca radyodan takip etmeye çalıştım. Ama ne yolculuk... Tek kelimeyle harika...

Sokaklar, caddeler, köprü, minibüs yolu bomboş, ıssız ve huzurlu idi. Bir pazar akşamı derbi maçı sayesinde huzurla ve ivedilikle evime dönebilmenin haklı sevinci vardı üstümde.

Çoğu zaman tersi gerçekleşse de, derbi maçı günleri ne zaman dışarı çıkacağınızı, trafiğe gireceğinizi bilirseniz huzurlu yolculuklar yaşamamanız için hiçbir sebep yok. Tabi kimi zaman maçı izlememeyi göze alıyorsanız...


26 Ekim 2009 Pazartesi

Arda Turan 2009 Beta


1987'de İstanbul'da doğdu.

1999 yılında (12 yaşında), Galatasaray altyapısına alındı.

2005 yılında (18 yaşında), Vestel Manisaspor'a kiralandı.

2006 yılında (19 yaşında), Galatasaray'a geri döndü ve A takıma seçildi.

2006 yılında (19 yaşında), Ali Sami Yen'de oynanan Galatasaray - Mlada Boleslav maçında ilk onbir başladı ve 2 gol, 2 asistlik performans ile önemli bir çıkış yaptı. 3 yıl boyunca devam ettirdiği üstün performans ile Galatasaray ve A Milli Takım'ın değişmez oyuncusu oldu. Lionel Messi ile kıyaslandı.

2009 yılında (22 yaşında), adı Avrupa'nın önemli kulüpleriyle anıldı. Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım, kendisini transfer edebilmek için Galatasaray'a 15 milyon euro önerdi. Galatasaray teklifleri reddetti. Galatasaray ruhunu temsil eden "sembol futbolcu" ilan edildi ve kendisine Metin Oktay'ın 10 numaralı forması ile Galatasaray kaptanlığı verildi.

2009 yılında (22 yaşında), kadrosunda Harry Kewell, Milan Baros, Elano Blumer, Abdel-Kader Keita gibi dünyaca ünlü yıldızları barındıran Galatasaray'ın liderliğine soyundu. Zeki tavırları, akıllı sözleri ve sempatik tavırlarıyla, Galatasaray'ın basın sözcüsü oldu ve halkla ilişkiler görevini üstlendi. Genç kızların sevgilisi, erkek çocukların rol modeli oldu. Güzel ceketler, güzel arabalar, güzel kadınlar ile birlikte İstinye Park'ta görüldü. Uykusuz kaldığını itiraf etti.

2010 yılında (23 yaşında), Avrupa'ya transfer oldu. Gerekli adaptasyonu, disiplini, konsantrasyonu ve özgüveni sağlayarak çok sıkı çalıştı. Sevilla, Lazio, Everton seviyesindeki takımlarda düzenli olarak forma giydi. Türkiye'de Lionel Messi ile kıyaslandı.

2012 yılında (25 yaşında), iki yıllık üst düzey Avrupa deneyimini lehine çevirerek; Barcelona, Real Madrid, Manchester United, Liverpool, Chelsea, AC Milan, Inter Milan, Bayern Münich seviyesine transfer oldu. Avrupa'nın önemli oyuncuları arasında sayılıyor. Türkiye'de hala Lionel Messi ile kıyaslanıyor. "Messi çok iyi arkadaşım, farklı özelliklerimiz var, kıyaslama yapmak doğru olmaz" diyor.

Arda Turan. Türkiye'de yetişmiş nadir yeteneklerden. Yeteneği, gücü, karizması var. 2010 yılında ne yapacak? 2012 yılında nerede olacak?

Kiminle kıyaslanacak? Lionel Messi mi? Hasan Şaş mı?





25 Ekim 2009 Pazar

NİHAT


Beşiktaş mazisinde önemli bir unsurdur Nihat Kahveci. Geçmişte örnek teşkil etmiş, taraftarın saygısını ve sevgisini kazanmış, sürekli istikrarlı bir performans göstererek "Toshack" ile beraber Avrupa yollarını tutmuş, yükselen grafiğiyle Avrupa' da da iyi işler çıkarmayı başarmıştır. Beşiktaş taraftarı o burada değilken bile orada attığı gollerle, elde ettiği başarılarla sevinmiştir. Hatta ayırt etmeksizin diğer tüm takım taraftarlarının da desteklediği, sevdiği bir futbolcu olarak anılmaktadır.


Beşiktaş' a döndüğünden beri yakalayamadığı eski formu, eleştiri oklarını daha evvel hiç olmadığı kadar üzerine çekmekte son günlerde. Belki de daha evvel hiç konuşulmadığı kadar çok konuşulur oldu kendisi. Malumunuzdur; kendisi ne özel hayatıyla, ne saha içindeki hareketleriyle malzeme olmuş bir oyuncudur. Zaten birçoklarının saygısını sevgisini kazanması ve yine birçoklarına göre kredisinin sonsuz olması biraz da bu yüzdendir.

Futbolculuk kariyerinde bu tip sınavlar veren birçok örnek gördük. Formsuzluklarını, kendilerine olan eleştirileri soğukkanlılıkla karşılayamayarak olmayacak işler yapanlar oldu. Bu bağlamda örnek vermek istediğimizde aklımıza gelebilecek örneklerden en önemlisi sanıyorum Emre Belözoğlu olacaktır.
İşte bu noktada saha içi ve dışında futbolculuk harici özellikleriyle de taktir edilen Nihat, belki de kariyerindeki önemli sınavlardan birini vermekte.

Gol atamayışı ve formsuzluğu, aldığı ücretle karşılaştırılarak, sürekli "haketmiyor" eleştirileri altında ezilmemek, baskıyı kaldırmak, sevilen ağırbaşlı, saygılı kişiliğini korumak zorunda. O da bunun farkında olmalı ki sürekli gol atmak adına çırpınıyor. Bu uğurda kimi zaman bencilleştiği de görülebiliyor. Ancak sürecin bu kısmında ona destek olunması gerekiyor ve tabi kendisini motive etmesi gerekenlere ki bu isim, en başta şu anki teknik direktör Mustafa Denizli' dir, çok iş düşüyor.

Bence taraftarın kendisine çok daha fazla zaman vermesi gereken bir oyuncudur Nihat Kahveci. Çünkü büyük bir ihtimalle hayallerini bırakıp evine dönmüştür. Bir röportajında hayalinin, emin adımlarla yürüyüp İspanya' nın büyüklerinden birinde forma giymek olduğunu belirtmişti, ancak geçirdiği önemli sakatlıklar onu bu hayalinden alıkoydu. Dolayısıyla mutsuzluğunu kavramak, ve toparlanmasının uzun zaman alabileceğinin bilincinde olarak Nihat' ı eleştirmek gerektiği unutulmamalı.
Takımın geri kalanına bakıldığında Nihat' ın bunu fazlasıyla hakettiğini düşünüyorum.

12 Ekim 2009 Pazartesi

Ders Bitti


10 Ekim 2009 tarihli, Belçika ile oynanan Dünya Kupası grup maçı sonrasında Fatih Terim'in kendi ağzından Milli Takım teknik direktörlüğünü bırakacağına dair konuşmasını dinledik. Haliyle üzgün ve hayalkırıklığına uğramış bir Fatih Terim gördük. Temennisinin grubun son maçı olan Ermenistan maçında galibiyet kazanmak ve görevini yerine getirmiş olarak ayrılmak olduğunu dile getirdi. Bununla birlikte Ermenistan maçı ardından gerekli ve önemli açıklamalar yapacağını da belirtti. Ne anlatacağı ve açıklayacağı merak konusu...

Herşeye rağmen ülkenin tartışmasız en başarılı teknik adamı Fatih Terim'dir. Bu reddilmesi güç bir gerçektir. Çünkü futbol adamlığı kariyerinde elde ettiği başarıların ülkemizde başka bir alternatifi yoktur. Terim dışında, onun başarılarını en azından tekrarlayabilecek ufku, gücü, başarısı, hırsı olan başka bir kişi henüz çıkmamıştır. Zaten sorun da budur. Yani "iyi teknik direktör" statüsünde futbol adamı yetiştirememek...
Futbol anlayışını, tarzını, kişiliğini beğenmeyen büyük bir kitle olduğu gibi rakamlar ve ulaştığı başarılar da ortada. Gerçekleri sürekli göz ardı ediyoruz ve daha sonra başımız sıkışıp sürekli aynı kapıyı çalmak zorunda kalınca şikayet ediyoruz.

İşte bu kıt teknik adam sorununun sonucu olarak olarak sürekli karşımıza çıkan Fatih Terim ise bize yine kendisini hatırlatmak ihtiyacını duyarak malesef doğru yapmıyor. İstifasını açıkladığı o basın toplantısında gözleri hafifçe dolmuş, bu üzgün teknik adam, ülke futbol takımının her başarısının altında kendi imzasının olduğunu bir kez daha vurgulamaktan geri kalmıyor. Böyle yaparak aslında demin bahsettiğimiz sorun üzerinden şunu demek istiyor:

"Bir gün siz tilkiler, kürkçü dükkanına geri döneceksiniz."

Aslında mahkumiyetimizi yüzümüze vuruyor; senelerdir aynı kişilerin isimleri, değişmeli olarak futbol sektöründe yer alıyor. Başarısız olmuş, onca ağır eleştirilerle gönderilmiş teknik direktörler, spor adamları, yöneticiler vs bir bakıyoruz ki üç beş sene sonra büyük umutlarla tekrar takımın başına geçirilmiş yada o takımda bir şekilde yer bulmuşlar. Eh tabi kısır arzın olduğu böylesi bir ortamda daha evvel sivrilmiş bir kaç isim de çalıştırdıkları takım sayısı, attıkları gol vs ile çoğu zaman hiç haketmedikleri halde vazgeçilmez ve güvenilir oluvermişler.

Hal böyleyken Fatih Terim'i suçlamak yanlış, sistemi sorgulamak doğru olandır. Günlük siyasi, tilkice çözümler yerine orta ve uzun vadeli çözümler üretmek için karınca gibi çalışmak, didinmek gerektiği gerçeği vardır. Futbolla yatıp kalkan memleketten yeterli futbolcu ve teknik adam çıkaramamaktır sorun. Koltuk sevdalılarının, risk almamak için pompaladıkları ağrı kesiciler ile başarıyı kartelleştirmeleridir. Kapalı kapılar ardında dönen gizli kapaklı işlerden haberdar olmamaktır. Oldurulmamaktır. Sahip olduğumuz bir zevkin tadının tuzunun kaçmasıdır son olarak.
Şimdi milli takımın başına kimin geleceğinin ne anlamı var? Yine bir ağrı kesici aranacaksa hiç yok. Çünkü şimdi olmazsa gelecekte çok başımız ağrıyacak bu açık.

11 Ekim 2009 Pazar

Dünya Kupası

Türk Milli Takımı 10.10.2009 tarihinde oynanan grup eleme maçları sonrasında 2010 dünya kupasına katılma hakkını tamamen kaybetti. Bosna Hersek, deplasmanda oynadığı Estonya maçını kazanarak grup 2.liğini garantiledi.
60 yılda sadece 2 kere katılabildiğimiz Dünya Kupası organizasyonuna yine katılamamış olduk. 2002 yazını yaşayabilen nesile dahil olduğumuz için sevinip "bir başka bahara" temennileri ile yüzümüzü geleceğe dönmekten başka çaremiz yok.

6 Ekim 2009 Salı

Gölge Etme, Başka İhsan İstemez.


Türkiye'nin neresine gidersek gidelim, futbolseverlerin ezici çoğunluğunun "3 Büyükler" dediğimiz Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş taraftarı olduğu su götürmez bir gerçek. Anadolu'nun dört bir köşesinde, hayatında İstanbul'u görmemiş, gönül verdiği takımı bir kez bile olsun canlı izleyememiş milyonlarca Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş taraftarı mevcut.

Bununla birlikte; bir de yaşadığı şehrin takımını tutan, kendi memleketinin renklerine gönül vermiş azınlıklar bulunmakta. Eskişehirspor, Ankaragücü, Trabzonspor, Bursaspor, Kocaelispor, Sakaryaspor gibi takımlar; ateşli taraftarlarının doldurduğu renkli tribünlere oynayacak kadar şanslı takımlarımız.

Ve de ne yazık ki, İstanbul Büyükşehir Belediye ve Ankaraspor (Ankara Büyükşehir Belediye) gibi ne amaçla kurulduğunu, ne amaçla mücadele ettiğini anlayamadığım takımlar mevcut ligimizde...

Halkının neredeyse tamamının 3 Büyükler'e gönül verdiği İstanbul ve Ankara'da, neden Büyükşehir Belediyelerinin kurduğu ve yönettiği takımlar yer almaktadır? Hem de Süperlig seviyesinde? Bu takımlara neden ihtiyaç duyulmaktadır? Bu takımların taraftar sayısı kaç elin parmakları kadardır? Bu takımların bütçeleri nasıl oluşturulmuştur? Teknik ekibe ve toplama futbolculara ödenen milyon dolarlar kimin cebinden çıkmaktadır? "Yol, su, elektrik" diye vergilendirilen İstanbul ve Ankara sakinlerinin cebinden çıkan paralar, neden kimsenin desteklemediği takımlara akmaktadır? Belediye Başkanları ve çocukları, halkın parasıyla, hangi hakla kendi egolarını tatmin etmektedir?

Anadolu'da herhangi bir şehrin belediyesi, kendi şehir takımını destekleyebilir. Desteklemelidir de. Küçük bütçelerle ligde tutunmaya, ayakta kalmaya, üst sıralara oynamaya çalışan takımlara, tabii ki belediyeleri destek verecektir.

Ama İstanbul ve Ankara gibi en büyük şehirlerimizde buna gerek var mıdır? Örneğin İstanbul'da, belediye başkanıgiller, ille de futbola destek olmak istiyorsa; Sarıyer, Zeytinburnu, Bakırköyspor gibi zamanında 1.Lig'de başarıyla mücadele eden, onlarca yıllık mazisi, geleneği ve taraftar desteği olan takımlara omuz versin. Ya da çok daha mühimi; altyapı okulları açsın, futbol sahaları, basketbol salonları yaparak, yeteneği olan çocuklara ve gençlere elini uzatsın. Cebimizden çıkan paraların hakkı verilsin? Çok mu istiyorum?

Hiçbir şey yapmayacaklarsa da, kirli ellerini futbolun üzerinden çeksinler. 1000 taraftarı olmayan takım, 1001 şaibe ile sporu bulandırmasın. Ligin tüm dengelerini altüst etmesin, kafalarda soru işaretleri oluşturmasın. Zaten yüzlerce komplo teorisi, futbolun üzerine gölge düşürmekte, bir de bu adamlar karanlığa gömmesin anamızın ligini.

Futboldan uzak, Allah'a yakın olun. Gölge etmeyin, başka ihsan istemez.

3 Ekim 2009 Cumartesi

Seyir Zevki Nerede ?


Yabancı futbol liglerinin televizyonda yayınlanmaya başladığı dönemlerdi. Bir hafta sonu televizyonu açtım ve ortahalli bir İngiliz lig maçına denk geldim. Koltuğa kurulup izlemeye başladım ve bir süre sonra yıllardır futboldan çok uzak kalmış olduğumun farkına vardım. Uzak kaldığım şey skor, tribün, tabela, taraftar gösterileri, futbol programları, bitmez tükenmez yorumlar, transfer haberleri vs değil de futbol seyrinin zevkiydi. Malum her yerli izleyici gibi sadece tuttuğum takımın maçlarını, o da bir yerlerde denk gelince izleyen, oynanan oyunu fazla merak etmeyen bir futbol yada skor takipçisiydim ben de.


Ancak 2000 li yılların henüz başında izlediğim o maç ile ufkumun açıldığını söyleyebilirim. Bu oyunun hayatınızda bir yeri varsa ama gerçekten hakkını vermiyorsanız atın gitsin, boşuna yer kaplıyordur. Öyle ya sosyal hayatımızda büyük yeri var bu oyunun; yeri geliyor arkadaşlıklar kuruyor veya bozuyor, sohbetlerin en çıkmaza girdiği anlarda durumu kurtarıyor, hayatın birçok alanında sahip olamayacağımız rekabet hissini sunuyor, siyaset, yaşam mücadelesi, iş, para gibi hususların aksine bize, belki de en fazla ihtiyacımız olan kısa ve kolay çözümler yaratabilme şansını veriyor. Ama tüm bunlar olurken en önemli şeyi unutuyoruz: “Keyif almak”. Evet maçlar oynanıyor, skorlar akıyor, tabelalar değişiyor oyuncular, yöneticiler gidip geliyor ama biz keyif almıyoruz.

Sadece tatmin oluyoruz.

Ne ile? Skorla? Tabelayla? Milyonlar harcanarak rakip takımlara nispet yapılmak amacıyla alınmış oyuncularla? İçi boş ve buram buram popülizm kokan yönetici demeçleriyle? Evet... Yani oyunun dışında gelişen veya oyunun sonucuyla şekillenen herşeyle. Ya oyun ne olacak? Sahnede neler olup bittiğinin önemi yok mu? Birçoklarına göre yok ve asıl tehlikeli hatta zaman kaybı olan şey de bu ve tam da bu noktada futbol gibi çok önemli bir spor dalı, bir anda güzel bir eğlence aracı olmak yerine büyük bir manipülasyon silahı haline geliyor.

Bu durumun futbol oyunundan götürdüğü çok şey olduğuna emin olmalıyız. Milyarların döndüğü bu koca oyun platformunda kazanmak o kadar önemli ki, oyunun güzelliğini çoğu zaman geri planda bırakabiliyor. Oynamaktan çok oynatmamayı düşünen futbol anlayışının seyir zevkinden bizleri mahrum ettiği gerçeği hergün medyada yada kamuoyunda yer bulan bir olgu artık. Fakat bunun sorumlusunun kim olduğu konusundaki fikirlerimizin yanlış olduğunu da bilmek zorundayız. Bizler sorunu yönetimlerde, futbolcularda aradığımız ve bununla beslenen karar mekanizmalarına, medyaya malzeme verdiğimiz yani talebi bu yönde belirlediğimiz müddetçe aslında ortada dönen kötü oyuna katkıda bulunmaktan öte birşey yapmıyoruz. Hatta bu kötü oyunun müsebbibi bizleriz. Çünkü skorla, transferle tatmin olmak hırsı ile güzel ve keyifli bir oyun izlemek değil, gündelik hayatımızın başarı açlığını bastırmak istiyoruz. Oysa sistem biz ne istersek onu vermek zorunda olan bir yapıya sahip. Üstelik böylesi büyük paraların döndüğü bir pazarda...


Öncelikle bu gerçeğin ve gücün farkında olmalıyız.

30 Eylül 2009 Çarşamba

Topun Mülkiyeti


Galatasaray'da işler sezon başından beri iyi gidiyordu. Ta ki Eskişehirspor maçına kadar... Doğrusu Eskişehirspor maçı herkesin farkettiği ama tam olarak ne anlayabildiği ne de dillendirebildiği, bazı Galatasaray taraftarlarının içinde bir huzursuzluk hissettiren olguyu ortaya çıkardı. Belki demin bahsettiklerim sadece ben ve etrafımdaki birkaç şahıs için geçerli olabilir. Çünkü Galatasaray maçları ''Süper'' Ligin seyir zevki en yüksek maçları olmasına karşın, güzel bir maç ile bir takımın doğru veya iyi oynaması aynı şey olmayabiliyor bazı zamanlar.

Galatasaray maçlarında takımın bol gol atması ve maçları kazanmasındaki en önemli faktör futbolcuların kişisel olarak performanslarının üst seviyede olmasıydı ki bu hem hücum hem de savunma oyuncuları için geçerli. Oyuncular olmadan hiçbir şey yapılamayacağını söylemeye gerek yok ancak oyun felsefesi olmadan istikrarlı ve büyük başarılar kazanılamaz. İşte Gs'deki en büyük sıkıntı buydu. Bunu sadece futbol kamuoyunun değil Neskens-Rijkaard ikilisininde kesin olarak farkında olduklarını düşünüyorum çünkü basına verdikleri demeçlerde ayaklarının yere bastığını hissedebiliyorduk ve takım oyununa devamlı vurgu yapmaları onların da aslında sistemin daha, "hiç" oturmadığını söylemeye çalıştıklarını anlıyorduk. Galatasaray'ın oynamaya çalıştığı futbolun olmazsa olmaz tek kuralı topun mutlak sahibi olmak. Eğer Galatasaray, Hollanda-Barselona ekolünü oynayacaksa kesinlikle her maç en az %60 topa sahip olma yüzdesini tutturmalı. Fakat sezon başından beri Gs bu orana hiçbir zaman yaklaşamadı ve ürettiği bol gol pozisyonu ki bu oran gitgide azalıyor, tamamıyle bireysel becerilerle olmakta. Şunu şimdiden söylemekte fayda var; Gs istediği sistemi oturtup oynamaya başladığında da yine bireysel becerilerle gol atacak. Kimse size %60 top sizin, bundan dolayı alın size 2 gol demeyecek, ancak bu oran gitgide artacak ve gol yeme riskiniz de gitgide azalacak böylece oyuna hükmedeceksiniz.Bkz: Barca.

Benzer bir sıkıntı Bayern München için geçerli. Hollanda ekolünün bir başka temsilcisi van Gaal'in oynatmaya çalıştığı futboldan eser yok ki Bayern yıldızlarını Gs taraftarı ''çok yakından'' tanımaktadır. Bayern'deki sıkıntının Gs'den daha fazla olduğunu söylemek için sonuçlara bakmak yeterli. Bayern'de bireysel performansta da sıkıntı var. Kadronun hem kendi arasında hem de oynatılmaya çalışılan sisteme uyumsuzluğuda cabası.

Bu iki teknik adamın da hatta Cruyff'un da geçmişlerine baktığımızda gördüğümüz birşey var: Bazı yıldız futbolcularla yaşanılan sorunlar. Konuyu nerden buraya getirdin diyeceksiniz ancak şuan benim ve tüm Gs taraftarlarının gözdesi olan Keita, Arda, Baros ve her ne kadar benim şu ana kadar pek gözüme girmemiş olsada Elano, Gs'yi bugün ''Süper'' Lig'in seyredilmesi en zevk veren takımı olmasını sağlayan bireysel yeteneklerini kullanışları, Gs'nin oynamak istediği sistemin dışına çıkmasına daha doğrusu oynamak istediği sistemi oynayamamasına sebep olmakta. Bu noktada herkezin bana karşı çıktığını biliyorum ancak Keita'nın hepimizi ayağa kaldıran hareketlerinin çoğu top kaybına sebep olmakta. Keita'ya, Elano, Arda ve Baros da ayak uydurunca gerçekten bu top kaybı sayısı ritmin bozulmasına ve topa sahip olma oranının düşmesine sebep oluyor. Tabi bu hareketler de Gs'nin sezon başından beri 40 küsür gol atmasına sebep oldu. Burada Kewell' ı bilerek yazmadım çünkü Kewell tamamen aklıyla oynadığından onlar kadar çok top kaybı yapmıyor (ancak yorulduktan sonra top kaybı sayısı artıyor). Paragrafın başına dönersek ileride sisteme uymayan yıldızlar Gs için problem olabilir ama Rijkaard şuan tüm takımı zaten sisteme uydurmaya çalışıyor ve bunun çok uzun zaman alacağı da aşikar. Yani şu an o oyunculara Riykaard'ın kızması için sebep yok gibi duruyor.

Yukarıda söylediklerim aslında orta sahaya ve dafansa yapılacak eleştirilere oranla daha az gibi durmakta. Ama ortasaha ve defansa yönelik eleştiriler tüm medyada işlenmekte. Bunları kısaca toplarsak:
- Defansta topu oyuna sokacak, telaşlanmayacak, tekniği ve oyun zekası yüksek bir oyuncu
- Orta sahada oyunu 2 yönüyle oynayacak oyuncu. Aslında var ama adedi az (ayhan)

Bu eleştirileri gözönüne alırsak önceki paragraflarda yazdıklarımın aslında tamamlayacı olduğunu farkedeceksiniz. Bence tüm bu sorunlar içinde en aciliyeti olan orta saha olacaktır. Çünkü artık orta saha üstünlüğünüz olmadan yıldızlarınızı efektif kullanmanız mümkün değil. Peki orta saha üstünlüğü bize neyi sağlayacak ? Topa sahip olmayı, böylece rakip atak sayısını azaltmayı ve rakip atakları daha olgunlaşmadan 2. bölgede öldürmeyi.

Tıpkı 2. dünya savaşının sonlarında hava üstünlüğü olmadan kara harekatının imkansız olduğunun ortaya çıkması gibi Gs'de orta saha üstünlüğünü ele geçirmeden yıldızlarını efektif kullanamayacağını anlamak zorunda.

25 Eylül 2009 Cuma

Beşiktaş ve Asıl Sorunlar Üzerine


2009-2010 sezonun altıncı hafta maçlarından birisi de Beşiktaş - Kayserispor maçı idi. Beşiktaş yenildi ve İnönü'de aranan gol sesi yine çıkmadı. Ancak maç sonrasında farklı sesler, homurdanmalar duymamazlıktan gelinecek kadar kısık sesle ifade edilmedi. Önce, uzun süredir sessiz kalan taraftar, yaptığı sert tezahüratlarla, maçtan sonra da Beşiktaş Asbaşkanı Levent Erdoğan verdiği demeçlerle yönetimi ve futbol takımını çok sert bir biçimde eleştirdiler.


Asbaşkan Levent Erdoğan'ın sözlerini dinlerken hakikaten şaşırdım. Maç sonrasında bir anlık öfkeyle söylenmiş sözlere benziyordu bunlar, fakat söylediklerinin içeriği hiç de bir maçlık gibi durmuyordu. Özellikle 2008 - 2009 sezonunda kazanılan şampiyonluğun taraftarın ve Bjk destekçilerinin dualarıyla kazanıldığına dair olan açıklaması hiç profesyonelce değildi. Bu açıklama ile takıma olan güveninin, değil bu sene, geçen sene de tam olmadığı sonucunu çıkarabiliriz. Fakat bu sefer de söylediklerinde bir tutarlılık sorunu hasıl oluyor. Çünkü Kayserispor maçı öncesi Manchester United ile oynanan Şampiyonlar Ligi mücadelesinden sonra, Beşiktaş'ın Manu'yu adeta sahadan sildiğine, golü de şanssız bir şekilde Beşiktaş'ın ikram ettiğine dayanan sözleri, yeni tutumuyla tezat oluştuyordu.


Bundan sonraki süreçte Levent Erdoğan'ın yaptığı yeni açıklamaları takip ettim. Ortam biraz soğuduktan sonra sözlerine çeşitli açıklamalar getirip, biraz geri adım attığını gördüm. Geçmiş açıklamalarının maçın sıcaklığıyla alakalı olduğunu söylüyor ve durumu düzeltmeye çalışıyor. Ama bahsettiği bir durum var ki asıl vehametin burada yattığına inanıyorum: "İşler iyi giderken konuşsan o zaman da 'tekere çomak sokmuş' oluyorsun" diyor ve eleştirilerinin zamansızlığdan şikayet edenlere kendini böyle savunuyor. Bahsettiğim gibi asıl sorun da burada yatıyor zaten. Yani kalıcı çözümler yaratmak, henüz işler tersine dönmemişken önlemler almak ve oluşan gedikleri kapamak için kral çıplak demenin zorunlu olduğu gerçeği... Eğer asbaşkanlar, yönetim kurulu üyeleri veya yönetimde söz sahibi öteki bireyler bunu yapmıyorlarsa, neden o mevkilerde bulunuyorlar? İşler iyi giderken, yönetim erkini pohpohlamak ama ibre terse dönünce aksi yönde tavır almak herkesin takınabileceği bir tutum zaten. Eğer sizler kral çıplak demekten doğacak sonuçları göğüsleyemiyorsanız, bunu kimin yapmasını bekliyorsunuz?

Beşiktaş Futbol klübünün gücü, kapasitesi geçen seneden de belliydi zaten. Türkiye liginde, işler istediği gibi giderse başarı sağlayabilecek - ki güvenle arkasında durulamaz bir fikirdir - ama Avrupa'da bu başarıyı sürdürmesi için çok daha kaliteli futbolculara ve vizyona sahip olması gereken bir takım vardı ortada. Otoriteler bas bas bağırıyordu. Medya bunu konuşuyordu. Şampiyonluğun kimseyi yanıltmaması gerektiği tartışılıyordu. Bunu görmek için kalantor eski futbolcu, eski yönetici, eski hakem vs olmanıza da gerek yok, zira Avrupa ve Türkiye liglerini az çok takip ediyorsanız, neyin ne olacağını apaçık görebiliyorsunuz zaten. Fakat nedense futbol yönetimlerindeki kişiler bunu göremiyorlar, göremiyor olduklarını kabul etseler de işi görebilecek ehillerine bırakmıyorlar ve bırakmayıp takımlarına bilerek yada bilmeyerek zarar veriyorlar.


Hal böyle olunca kişi bazlı imparatorluklar doğuyor ve senelerce belli başlı isimleri spor yönetimlerinde seyrediyoruz. Hele bir de klüp maddi bağımlılık içinde ise iş, içinden çıkılamaz bir hal alıyor çünkü en büyük sorunlardan biri, belki de en büyüğü olan parasal borç sorununu halledebilecek, üstlenebilecek ortada sadece kişiler var çünkü borç stoğu kontrol edilebilir seviyelerin üstünde.
Bugün gördüğüm ve okuduğum haberlerde Yıldırım Demirören'in geçmişte çıkan söylentilerin aksine ocak ayında yapılacak seçimlerde yeniden aday olacağı ve pes etmediği yazıyor. Yeni bir vizyon ve kadro ile seçmenlerin karşısında yer alacağı da ekleniyor. Üstelik kendisine yönelik bunca tepki ve istifa çağrılarına rağmen... Peki ne değişecek ki? Yeni bir kadronun faydalarına zaten inanmıyorum ama yeni bir vizyon ne demektir? Nasıl oluşturulur? Bu konuda çağdaş sportif fikirler var mı? Geçmişten bugüne ne değişti ki bundan sonra da değişebileceğine inanmamız bizlerden bekleniyor? Bozuk bir musluğu parlatıp yeniden yerine takmaktan ne farkı olacak bu işin?

24 Eylül 2009 Perşembe

Rakamların Ötesi


Futbol tartışmalarının gözde konuları, her zaman 1'den 10'a kadar rakamların uçuştuğu konulardır. Hatırlıyorum; 90'ların başında hem GS hem de tüm Türk ligi 3-5-2'ye geçiş yapmıştı. Dünya 3-5-2 ile sallanıyordu ve 4-4-2 çağ dışı kabul edilmişti. Ta ki 98 dünya kupasında Fransa 4'lü savunmayla şampiyon olana kadar ülkemizde 4'lü savunma hep kötülenmişti. Aslında 94'te Brezilya da 4'lüyle şampiyon olmuştu ancak, dünyayı hep düşük bağlantıda Battlenet'ten Starcraft oynayan bir çocuk gibi bir kaç frame geriden izlediğimiz için 94'ü görmemiz 98 Fransa'sında oldu, onu da ilk gören Fatih Terim'di ancak hepimiz Popescu gibi dünyanın en iyi liberolarından birine sahip olup niye onu 4'lü savunmada oynatıyor diye kızmıştık ki bunların içinde ben de vardım. Neyse, imparatore aslında o zaman bizden ders almayacağını bize ders vereceğini söylememişti ama dersi 2 sene sonra Kopenhag'da çok net verdi. Peki bu rakamsal saçmalığın altında ne yatıyor, "ha 4 ha 3 kardeşim lagaluga yapma" demek daha mantıklı aslında. Gerçekten de ordaki problem rakamsal değil alansal. Yani defansta 2 kişi rakiplerin peşinde koşup afallaya dursun libero denen zat, sakin sakin beyni mavi ekran veren stoperlerin arasından geçen top veya rakip oyuncuyu direkt kucağında buluyordu. Ama orta sahadan fırlayan o kadar çok gol atmaya meyilli kamikaze vardı ki artık 3'lü savunma ve eskinin büyük efendisi libero, 2. dünya savaşındaki drednotlar gibi yenilik karşısında çöktüler. Peki yenilik neydi? 4'lü müydü ? Şekilsel olarak bakarsak 4'lü ama felsefi olarak bakarsak rakibi bekleyişle ilgili. 4'lüde kimse adam peşinde koşmuyor herkes libero, böylece karşıdan akın akın gelen orta saha oyuncularını daha sakin ve aklı başında bir grup defans oyuncusu beklemiş oluyor. Tabi bu alan savunması, nereye kadar alan? nereye kadar adam adama? Bu kadar mikro managment'a giremeyeceğim çünkü bilmiyorum, ama alan savunmasında bir yere kadar, belli bir noktadan sonra adama direkt baskı uygulanıyor.

Peki 4'lü savunmaya geçişin tek sebebi orta sahanın derinliklerinden kopup gelen bu delikanlı topçular mı ? Hayır bir avantaj ve asıl oyunun geneline etki eden faktör de top rakipteyken 4 savunmacı, top sendeyken 2 savunmacı bırakabilmen ve kanatlarda hücumdayken 2 kişi fazla olman. 3-5-2'ye getirilen en büyük eleştirilerden biriyse 5'li orta sahanın kanatlarında oynayan topçulara aşırı yük binmesiydi ve dünya çapında bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar nadir insanın hem savunma hem de ofans yapabilecek fizyolojiye ve teknik yeterliliğe sahip olmasından dolayı bu kanat formasyonunun hep aksadığıydı ki son derece haklı bir eleştiriydi bu.

Ancak yaklaşık 15 senedir tabulaşan 4'lü savunma eleştirilmeyi hak etmiyor mu artık? Özellikle rakiplerine karşı çok üstün kadrolar kuran ve çoğu maçlarında karşılarındaki rakiplerin kapanarak oynadığı zengin klüpler niye 4'lü savunmayla oynasın? Eminim diyeceksinizki ''kardeşim onlar topa sahipken savunmada 2 kişi bırakıyorlar ve bekler hucuma çıkıyor'' ama bu çoğu takım için koca bir yalan arkadaşlar. Aynı 3-5-2 için geçerli olan kanat oyuncuları eleştirisi 4'lü savunma içinde geçerli. Mesela İbrahim Kaş,İ. Toraman veya Hakan Balta gibi oyuncuların top kendi takımlarındayken hücuma katkıları son derece sınırlı hatta yok. O zaman bu tip beklere sahip takımlar neden 4'lü savunmada ısrar ediyor? 3'lüye dönmek çok daha mantıklı. Bu görüşe karşı çıkacak olanlar adam adama savunmaya dönülmesi gerektiğini söylediğimi sanmasınlar. Dediğim gibi şekilsel olarak fark 4'lü ama asıl fark felsefiydi. Yani dünyada 3 kişiyle alan yapılamaz diye bir kural yok. Zaten topa çoğunlukla sahip olması gereken ve maçı kazanmak zorunda olan senin takımın, çok fazla savunmaya da ihtiyacın yok. O zaman ön libero diye tabir edilen bence defansif ortasaha oyuncusu olan yada fm'cilerin anladığı şekilde dmc oynayan arkadaşlarımızı defansın göbeğine koyar yanına da bildiğimiz stoperleri koyarsak top rakipteyken 3 kişiyle alan yapar, top bizdeyken 2 kişiyle savunmada kalırız. Bu uygulanan bir taktik zaten ancak maçın 60. dakikasından sonra oyunu değiştirmek için kullanılıyor ve çoğu zaman da takım disiplinin kopmasına sebep oluyor çünkü takım bu şekilde oynamaya alışmamış.

Yani aslında olay niceliksel değil niteliksel. Mustafa Denizli'nin bir raportajında şunu dediğini hatırlıyorum :''zaten günümüzde futbol 30 metrelik bir alana sıkıştırılmaya çalışılıyor bu kadar dar bir alanda 4-4-2 veya 3-5-2 oynamanın bir farkı kalmaz''. Şahsen kesinlikle katılıyorum ve Beşiktaş taraftarının Mustafa Denizli ne yapmaya çalışıyor diye kafa patlatırken bu lafını hatırlamalarında fayda olacağını düşünüyorum. Tabi şu an Beşiktaş 30 metrede oynayamıyor o ayrı.Rakamlar o kadar yalan şeyler ki futbol için sadece laf salatası yapmamızı sağlıyorlar. Asıl gerçek futbolun nasıl oynanması gerektiği çünkü her 20 senede bir futbolun genel formasyonu ve felsefesi değişiyor. Şimdinin tartışılmaz formasyonu ve oyun felsefesi 10 sene sonra çağ dışı kalıyor. Tıpkı ddr-ram sd-ram örneğinde olduğu gibi.

23 Eylül 2009 Çarşamba

Perdenin Ötesi


Türk toplumunun en fazla anladığı ve üzerinde ''derin'' bilgiye sahip olduğu konular nelerdir sizce? 26 yıllık gözlemlerim sonucunda bunların futbol ve ekonomi (ve maalesef bu iki konuda da her türk vatandaşı gibi bilgi sahibiyim; birisinin okulunu okudum diğerinde ise gerçekten saha içinden yardım aldım) olduğunu keşfettim (yeah). Bu kadar çok insanın uzman olduğu konularda, geçekten birşeyler bilmek ne kadar kötü bir durum.


Benim insanları çıplak gösteren bir gözlüğüm var. Ancak herkes diğerinin iç çamışırı olarak ne giydiğinden o kadar emin ki kimse gözlüğümü ciddiye almıyor, çünkü biliyor orda ne olduğunu. Ekonomide zaten kimse kimseyi dinlemiyor ve herşeyi yolsuzluk ve dış mihraklara bağlıyor. Ancak futbolda iş biraz farklı; karşı tarafın giydiği iç çamaşırını biliyor ama gözlükle gerçekten de öyle mi değil mi diye bakıp, eğer tahmin ettiği iç çamaşırını göremez ise, ya beğenmeyip tahmin ettiği iç çamaşırını giyen birsini arıyor yada kabul etmiyor.

Peki bu kadar konuya hakim ve kendinden emin insanların olduğu ortamda teknik direktör olmak ne kadar zordur acaba? Mesela 100 yıldır kazanılmamış bir başarıyı sağlamışsınız ama bu halkın bir bireyi, sizi öyle bir şekilde eleştiriyor ki (aslında yüz yüze gelinse sizi baştan aşağıya yalayan bir kişidir bu zat'ı muhterem) sizin üstünüzden ticari çıkar sağlamaya çalışıyor, işte o anda siz de, ya vücudunun suratında çıkardığı kıllara küfür ediyorsunuz yada ders almam ders veririm diyorsunuz. Ancak yüce Türk millettinin gözünde birkez daha puan kaybettiniz. Çünkü yüce Türk milleti kendisine hak ettiği cevabın verilmesinden hiç hoşlanmaz, bunu ancak, uzun boylu, Ankara'daki bir vakfın Kasımpaşa'lı, Rize kökenli hiçbir üstdüzey eğitimi olmayan, ince bıyıklı ve sigaraya karşı olan bir başkanı yapabilir. Sanırım ''imparatore''mizin bir kaç eksiği var; boyu kısa ve bıyıkları da yok. Türk halkı kendi gibi boyu uzun olmayan ve bıyıksız insanlara pek saygı göstermez ve daima onlara öğreteceği birşeyleri vardır. Mesela herzaman milli takım kadrosunu kendisi yapmak ister veya takımın 90 dakka içersinde 4-4-2 'den 4-3-2-1'e ne zaman dönmesi gerektiğine karar verir.

Bundan 2-3 sene önceki 3 büyük takımımızın teknik direktörlerini yazıyorum: Gerets-Zico-Tigana. Bu 3 kendini bilmez(!) teknik direktör bozuntusu(!) da aynı anda kovulmalıydılar çünkü tüm medya ve tribün kitlesi üçünden de nefret ediyordu. Ama acı bir gerçek var ki; bu 3 isim dünyada, tüm Türkiye'den daha çok tanınıyor ve daha da önemlisi kendilerine saygı duyuluyordu. Ama Orhan Tamorancı ve Kıncal Uluçalireis gibi Türk büyüklerimiz hala onlardan daha çok şey biliyorlar.

Ne Güzel Tenisçimizdin Sen Sharapova


Bu sene ilginç sonuçlara tanık olunan Amerika Açık Tenis Turnuvası’ ndan, üzerinden biraz zaman geçmiş olmasına rağmen bahsetmek istedim. Yıllar sonra bir anne (Kim Clijsters) ve bir Arjantinli (Juan Martin Del Potro) şampiyonluk yaşadılar ve önemli rakipleri eleyerek bunu başardılar. Ben de bu arada, fırsatım olduğu için birçok maçı izleyebildim.

Ülkemizde diğer önemli spor dallarına nazaran çok az ilgi görüyor tenis sporu. Fakat iyi bir tanıtım ve yatırımla çok daha fazla seveni olacağına inanıyorum. Zira yaşattığı heyecan ve seyir zevki hakikaten çok üst seviyelerde bir spor dalı tenis. “Hele söz konusu güzel tenisçi Sharapova olduğunda” gibi bir cümle ile devam edip ilgi çekmeye çalışabileceğim gerçeği de su götürmez sanırım. Ama hal böyle değil aslında.

Uzun boyu, sarı saçları, güzel gözleri, atletik fiziği ve herkesin erotik-orgazmik olarak nitelediği çığlıklarıyla Maria Sharapova, bu sene de turnuvanın favorileri arasında gösteriliyordu. Ama işler pek istediği gibi gitmedi ve 3. turda genç Amerikalı Melanie Oudin’ e yenildi. İzlediğim maçlar arasında bu maç da vardı. Gerçekten heyecanlı bir maç oldu ve önemli bir rakip karşısında zafer kazanan Oudin’ in sevinç gözyaşları görülmeye değerdi falandı filandı...
Sıradan bir tenis izleyicisi olarak teknik yorum yapamayacağım tabi ama insan hal ve tavırlarından, bir kişinin az çok neler hissettiğini anlayabileceğimi düşünüyorum. “Tenis ile ne ilgisi var” diye soracaksınız. Açıklayayım:
Henüz maçın başından itibaren içten içe genç Oudin’ i desteklemeye başladığımı farkettim. Daha evvel bahsettiğim gibi tenisin sadece genel kural ve bilgilerine hakim bir spor izleyicisiyim ve dolayısıyla bu desteğimin Oudin’ in teknik becerileriyle ilgisi yok. Ama Sharapova’ nın maç içerisindeki hal ve tavırlarıyla çok ilgisi var.

Bir yanda çok genç ve göreceli tecrübesiz bir sporcu, öte yanda yine genç, olabildiğince tecrübeli ama fazlasıyla hırslı, sinir küpü, mendebur, kendini beğenmiş bir sporcu var. Evet maç boyu o sol yumruğunu, elinin ayasını kanatırcasına sıkan, yüzü hiç gülmeyen, başta çok ilginç gelen ama sonra hırsın, sinirin dışa vurumu olarak insanı geren çığlıklarıyla Sharapova, o kadar iticiydi ki onu desteklemek şöyle dursun, Oudin’ in kazanması için nerdeyse dua eder vaziyette buldum kendimi. Özellikle oyunun geride olduğu bölümlerinde içinde bulunduğu hal, tavır yine oyunun o bölümlerinde sergilediği bir çok güzel hareketini, çevirdiği önemli sayıları, uzanılamaz yerlere gönderdiği topları gölgeler nitelikte antipatikti. Bir oyuncunun, sporcunun hırslı olmasını anlıyorum ama o gün Sharapova’ daki, hırstan çok daha fazla bir şeydi ve kendisinden soğuttu.
Benzer bir hissiyatı tabi ki “Double Dragon” tadında senelerdir tenis kortlarını domine eden Williams kardeşlerden ufağının düştüğü durumda da yaşadım. Başarılarına söylenecek pek bir şey yok ama yine de S. Williams’ ın küfür skandalından sonra, istekli, mücadeleci bir anne olan Clijsters’ ı desteklediğim için hiç mi hiç üzülmedim.

Erkekler tek finalinde yani Federer - Del Potro kapışmasında ise 2. set ortlarına doğru maçın Federer lehine biteceği sinyalleri, bir anda tersine döndü ve maç 5. sete uzayarak finale yakışır bir hal aldı. Federer sanki doymuşluğun verdiği bir isteksizlikle oynuyorken, Del Potro ise tüm açlığını ortaya koydu ve maçı kazandı. Maç sonrası röportaj ve seyirciye hitab esnasında gerek Federer’ in rakibine sunduğu olgun ve ağırbaşlı övgüleri, gerek Del Potro’ nun Federer’ i kastederek “onun gibi olmak” amacını belirtmesi ile aranılan sportmen huzura kavuştuğumuz söylenebilir.

Herşeye rağmen “bence” zevkli ve “bence” adil geçen bir turnuva geride kaldı. Çünkü birçok gece beni ayakta tuttu ve ekrana bağladı.
Kısacası öfke, nefret, kendini beğenmişlik, ötekileri küçümseme, aşırı hırs ve bencillik kazanmadı bu sene. Bu yüzden ayrıca mutlu olduğumu söyleyebilirim.

22 Eylül 2009 Salı

Toplu Sporlar


"Toplu sporlar" dedikleri şey nedir?

Toplu halde yapılan sporlar mı? Yoksa topla oynanan sporlar mı?
Curling midir toplu spor, tenis mi?

Futbol ve Sağlıklı Uyku


Evet futbolun bir katkısı daha... Sizleri bilmem ama büyük uyku sorunu çeken birisiyim ben. Uykuya dalmak bir dert, onu devam ettirmek ise eziyet... Belki doktor müdahalesi dahi gerekiyordur bilemiyorum. Ama hayatımı olumsuz etkilediği kesin...

Uyku sorunu için kullanılabilecek önemli araçlardan birisi kitaplar ise emin olun bir diğeri de futboldur. En azından benim için geçerli bu durum. Eğer o gece uyuyamıyorsanız ve kitap okumak da içinizden gelmiyorsa, size en büyük tavsiyem gece tekrarları yayınlanan herhangi bir futbol maçını izlemenizdir. Işıkları kapayın, koltuğunuza uzanın ve maçı izlemeye koyulun. Memnun kalacaksınız.

Bu olayı farkettiğimden beri beynim artık gece izlediğim her maçta bir refleks olarak uyku emri veriyor bana. Yeşil saha, 22 adam, taraftarın uğultusu, spikerin anlatımı adeta bir hipnoz etkisi yaratıyor ve artık neredeyse düdükle beraber uykuya dalıyorum.

Sadece gece için değil, güzel bir ikindi uykusu için de futbolu kullanabilirsiniz. İhtiyacınız olan tek şey akşam sularında yayınlanan vasat bir Alman, Fransız veya İtalyan ligi maçı bulmak ve izlemeye koyulmak. Emin olun 90 dakika olmasa da en az 45 dakika – 1 saat güzel bir uyku çekeceksiniz.

Sonuç: İyi ki varsın futbol !

21 Eylül 2009 Pazartesi

Alınmış ilk özgür karar: Beşiktaş


Seksenlerin sonu doksanların başı diyorlar ya o vakitler işte... Yaptığımız herşeyin, söylediğimiz her sözün, ve dışa vurduğumuz her duygunun hakikaten samimi ve saf olduğu belki de tek zaman aralığıydı..

Klasik çocukluk ritüelleri arasında yer alan, takım taraftarlığının özellikle aile bireyleri tarafından aşılanması sürecinde ben de birçok takımdan teklif alan çocuklardan biriydim. Aile fertlerimin arasında en etkin transfer çalışmasını ise büyük kuzenlerim sürdürüyordu ve bir çocuğu etkilemek konusunda oldukça başarılı olduklarını itiraf etmeliyim. Televizyonda radyoda maçlar izleniyor, dinleniyor, sürekli tezahüratlar yapılıyor ve diğer aile bireylerine tutacağım takımın hangisi olduğu sorularak transferimin gerçekleştiği tescillenmeye çalışılıyordu. Aslında herkeste de benzer çabalar eskik olmuyor değildi tabi. Ama bu evrede sesini çıkarmayan, hiç karışmayan tek kişi vardı: Babam...

Evet babam hiçbir zaman hangi takımı tutacağım konusunda bana karışmamıştır. O dönemlerde ona hangi takımı tutmam gerektiğini sorduğumda bana “hangi takımı tutarsan tut senin bileceğin iş” cevabını vermiştir. O çocuk aklıyla bunu pek idrak edemedim önce. Yani babam bana kendi tuttuğu takımı tutmamı öğütleyebilirdi. Ama öyle olmamıştı. Herkes beni bir yerlere çekmeye çalışırken o “özgür” bırakıyordu. Farkettiğim tek şey bunun çok güzel bir davranış olduğuydu. Kararı ben verecektim. Seçimimi ben yapacaktım. Ben de beni özgür bırakan adamın tuttuğu takımı tutmaya karar verdim.

Metin Ali Feyyaz...
Bana üst üste gelecek şampiyonlukların habercisiymiş gibi gelen aslında hiç tanımadığım ama çok iyi tanıdığım üç adam... İçinde birçok üniversiteli barındıran ama elit olma iddiası olmayan, hatta taraftarlarının kendisini “halkın takımı” olarak niteledikleri Beşiktaş...
Aydınlık, güzel, temiz olanın temsilcisi gibi umut veren ve sadece fubolla alakası olmayan birşeyler vardı o zamanlar. Onur mücadelesinin futbola yansımış haliydi. Şimdi onun bunun ağzına sakız olmuş “duruş” kelimesinin gerçek anlamını, duruş kelimesini hiç zikretmeden hissediyordum ben. Çatık kaşlarımızla ve diğerlerine göre daha az sayımızla ufka umutla ve inançla bakıyorduk. Yenilsek de üzülmüyorduk. Hatta yenilgiyi paylaşmayı daha çok seviyorduk.

Şimdilerde ise Beşiktaş yenilince üzülüyorum sanki. Çünkü asıl yenilenin futbol takımı olmadığını biliyorum. Hayatın her alanında da kaybettiğimiz ve gözlerimizde artık var olmayan o parıltının özlemini çekiyorum. Çünkü bir zamanlar hissettiğim “paha biçilemez” şeylerin yerinde yerler esiyor. Geri kalan herşey içinse kredi kartından başka bir şeye ihtiyacım yok zaten.

EuroBasket 2009 & 12 Dev Adam


Polonya'da düzenlenen EuroBasket 2009, iki haftalık maratonun ardından bu geceki final karşılaşmasıyla sona erdi. 16 takımın katıldığı turnuva toplam 54 karşılaşmaya sahne oldu. Turnuva sonundaki sıralama ise aşağıdaki gibi şekillendi:


1.İspanya
2.Sırbistan
3.Yunanistan
4.Slovenya
5.Fransa
6.Hırvatistan
7.Rusya
8.Türkiye
9.Makedonya
10.Polonya
11.Almanya
12.Litvanya
13.Büyük Britanya
14.İsrail
15.Bulgaristan
16.Letonya

EuroBasket 2009, ne yazık ki son yılların en kalitesiz ve keyifsiz turnuvası olarak tarihteki yerini aldı. Takımlar, sakatlıklar ve başka nedenlerden dolayı ideal kadrolarından oldukça uzaktı. Dirk Nowitzki'den yoksun olarak turnuvaya gelen Almanya 11., NBA patentli önemli oyuncularından yoksun olan basketbol ülkesi Litvanya ise turnuvayı 12.sırada tamamladı. Bu iki hayal kırıklığının dışında sıralama, az çok turnuva öncesinde tahmin edildiği gibi oluştu.

12 Dev Adam'a gelecek olursak, turnuva öncesinin en kapalı kutu takımı olduğumuz söylenebilir. Tanjevic'in tartışılacak aday kadro seçimi, deneme-yanılmaları ve baş döndüren rotasyonları ile izleyicileri allak bullak eden hazırlık maçları zihinlerde en küçük bir ipucu bile oluşturmadı. Emin olduğumuz tek şey ise; İspanya, Sırbistan, Rusya, Litvanya ve Yunanistan gibi bir basketbol alışkanlığımız, kültürümüz, ekolümüz olmadığından, başarıları ancak insanüstü mücadele gücü ve aşırı motivasyon ile yakalayabilecek bir takım olduğumuzdu. Turnuvaya 3 mağlubiyet ile veda etmemiz de olasıydı, madalya kazanmamız da...

Açıkçası çok ümitli olmadığımız takımımız turnuvaya beklediğimizden çok daha iyi başladı. Sırasıyla Litvanya, Bulgaristan, Polonya, İspanya ve Sırbistan'ı yenerek 5 maçta 5 galibiyet kazandılar. Favori olarak gösterilen takımların da sivrilemediği turnuvayı madalya ile bitireceğimize inandı herkes. Gazete ve televizyonlardaki 12 Dev Adam haberleri, televizyon başında takımımızı destekleyen seyirci sayısı ve tribünlerdeki Türk bayrakları da giderek arttı. Turnuva öncesi ne yapacağını bilmediğimiz dev adamlar, bizleri çok heyecanlandırdı, sevindirdi ve beklentilerimizi arttırdı. Madalyaya ulaşmaya az kalmıştı...

Ve olanlar oldu... Grubun son maçındaki birincilik mücadelesinde aldığımız Slovenya mağlubiyeti ile bir çuval incir berbat edildi. Slovenya'yı yenebilseydik; çeyrek finalde Hırvatistan, yarı finalde Sırbistan ve finalde İspanya ile karşılaşacaktık. Hırvatistan tam dişimize göreydi, Sırbistan ve İspanya'yı grup maçlarında yenmeyi başarmıştık.

Oysa ki grubu ikinci tamamlayarak, zor ve engebeli yoldan gitmeyi denedik. Çeyrek finalde bize hep ters gelen, ezeli derbi havasını yaşayarak konsantre olmakta zorlandığımız Yunanistan ve sonrasında İspanya... Korktuğumuz oldu, Yunanistan'a yenildik ve çeyrek finalde elendik. Yorulmuştuk, beklentiler boşa çıkmıştı, moraller bozulmuştu. Tek silahımız olan mücadele gücümüzü ve motivasyonumuzu yitirmiştik.

Klasman maçlarına da bu faktörlerden yoksun olarak çıkınca, doğal olarak Fransa ve Rusya'dan fark yiyerek, 5/5 başladığımız turnuvayı 8.sırada tamamladık. Kesinlikle sürpriz bir sonuç olmasa da, ilk beş maçın ardından "başarısızlık" olarak nitelendirebiliriz bu sonucu.

Peki neden başarısız olduk?

- Daha önce de belirttiğim gibi; standartlaşmış bir basketbol tarzımız, ekolümüz, kültürümüz yok. Standardımız yok. Belki çok iyi olduğumuz bir günde hırsımızla, isteğimizle, yüreğimizle yenemeyeceğimiz rakip yok; ama ortalama veya vasat bir günümüzde, kötü de oynasak, şartları lehimize çevirebilecek ve maçı kazandıracak hiç bir silahımız yok.

- Yine daha önce belirttiğim gibi; bu takımı başarıya götürecek tek faktör motivasyon. Yani hırs, mücadele, kazanma isteği, "Vatan Millet Sakarya" faktörü. Kazandığımız maçları çok sert ve iyi savunma yaparak kazanmamızın nedeni de bu. Ama ne yazık ki oynanılan 9 maçın tamamında da aynı konsantrasyonu yakalamak mümkün olmadığından bir noktada tökezliyoruz. Grup maçlarında yendiğimiz ve grubu altımızda tamamlayan İspanya ve Sırbistan final oynadı mesela. Onları bu noktaya getiren başka silahları vardı çünkü. Teknik, fundamental, beceri, soğukkanlılık, turnuva takımı olmak gibi.

- Final niteliği taşıyan maçları soğukkanlılıkla oynayamıyoruz, heyecanı ve stresi yüksek son saniyeleri olumlu kullanamıyoruz. Sadece basketbolda veya diğer spor dallarında değil, hayatın her köşesinde bu böyle...

- Tüm fiziksel ve zihinsel gücümüzü grup maçlarında harcamamız nedeniyle tabiri caizse pilimiz bitti. Oysa altın madalya kazanan İspanya grubumuzu 4., gümüş madalya kazanan Sırbistan grubumuzu 3., bronz madalya kazanan Yunanistan ise grubunu 3.tamamlamıştı. "Turnuva takımı olmak" bu sanırım.

- Türk basketbolunun ciddi bir altyapı sorunu var. Yetenekli gençleri bulmakta, çıkarmakta ve yetiştirmekte ciddi sorunlarımız var. Bir çok oyuncumuz basketbola çok geç başlamış. Çok yetenekli de olsalar, mevcut yeteneklerini en iyi şekilde kullanamıyorlar ne yazık ki. Bu yüzden de oyunu okumakta zorlanan basketbolcularımız var, oyun zekaları yetersiz, set hücumlarında başarılı olamıyorlar, çok kötü üçlük ve serbest atış kullanıyorlar. (Ömer Aşık bir profesyonel basketbolcu olarak %10 serbest atış kullanırken, sıradan vatandaş olan ben, elimi ısıtabilirsem %45-50 atabiliyorum.)

- Basketbolumuzun başındaki isimler kinci, inatçı ve sabit fikirli. Belli ki hem milli takım, hem de ülke basketbolu çok emin ellerde değil. Semih Erden, Barış Hersek ve Bekir Yarangüme'nin yer aldığı takımda; Mehmet Okur, Kaya Peker, Ermal Kurtoğlu, Hüseyin Beşok ve Serkan Erdoğan gibi yetenekli ve tecrübeli oyunculara yer verilmemesi (veya verilememesi) de ispatı.

- Taktiksel olarak kurcalayacak olursak, Tanjevic'in oyun planı sadece sert savunmaya dayanıyor. İşin garibi, en iyi yaptığımız şey olan sert savunmayı da, çağdışı alan savunması saplantısı yüzünden, çok kritik anlarda kendi elleriyle baltaladı. Bununla birlikte herhangi bir hücum planından, organizasyonundan, şablonundan bahsetmek mümkün değil. Kerem Tunçeri ve Ender Arslan'ın pota altındaki Ömer Aşık'a top geçirmesi dışında çalışılmış bir şablon yok. 24 saniyelik hücum süresini 7-8 saniye kalıncaya kadar boşa harcayıp, son saniyelerde zorlama atışlarla skor üretmeyi denemekten başka yaptığımız bir şey yok.

- Sormadan edemeyeceğim: Kerem Tunçeri ve Ender Arslan'ın üçlük yüzdeleri nedir ki her ellerine gelen topu potaya sallıyorlar? Bu hatalı tercihleri sorgulayan kimse yok mu? Kritik son hücumlar neden oyun kurucunun insiyatifine bırakılıyor? Tanjevic'in tahtası boş mu? Sürekli Tanjevic'ten fırça yiyerek morali bozulan Semih Erden gibi yeteneği kısıtlı olan bir oyuncunun bu takımda yeri var mıdır? Barış Hersek gibi ileride faydalı bir basketbolcu olabileceği sinyalini veren, ama bu takıma zamansız seçilerek günah keçisi durumuna sokulan bu çocuğa yazık değil mi? Bekir Yarangüme hiç dakika almayacaksa, belli ki kendisinden beklenen bir şey yok, peki neden takımda? Hidayet Türkoğlu neden bu kadar kötü, formsuz, isteksiz durumda?

Sonuç olarak; iyi başladığımız, kötü bitirdiğimiz bir turnuvayı geride bıraktık. Bizi sevindiren, heyecanlandıran, sinirlendiren ve sonunda üzen 12 Dev Adam familyasına teşekkürler... Önemli olan geçmişten dersler çıkarabilmek, umarım bunu başarırız ve 2010'da ülkemizde düzenlenecek olan Dünya Kupası'na çok daha iyi bir takım olarak çıkabiliriz. Hem bu sefer seyirci desteği ve kopacak gürültü çok daha fazla olacak. Tek silahımız olan "motivasyon" için en ideal şartlar arkamızda olacak. Hadi hayırlısı...