17 Aralık 2009 Perşembe

Önümüzde değil Yanımızda Elano

Galatasaray'da 10 numara olarak alınılan Elano beklenenleri veremedi. Sezon başlangıcından beri izlediğimiz Elano'nun 10 numara olmadığını anlamak için futbol dahisi olmaya gerek yok. Ancak Elano son 2 haftada gösterdiği performansla, bence Galatasaray'ın bu formasyonunda ve bu kadro yapısında Arda'dan çok daha kilit bir role sahiptir. Galatasaray, oyunu açmada ve orta sahada pas dağıtımında büyük sıkıntı yaşıyor ve bu sıkıntı geripas-yanpas olarak ortaya çıkıyor. Elano belki Galatasaray taraftarlarının beklediği 10 numara değil ancak, bence onun yerine gelecek bir 10 numaradan, eğer biraz sonra dediklerimi yapabilecek olursa ki bence yapabilir, çok daha faydalı olacaktır.

Galatasaray'ın orta sahadaki oyuncu yapısı incelenirse şu ortaya çıkmakta: Mehmet Topal tamamen defansın içine girerek tüm takımı defansa çeken daha çok bekleyip pozisyon alan bir oyuncu. Eski sezonların aksine, en büyük özelliği olan ve onu Avrupa'ya taşıyabilecek ileri doğru hızlı oynama özelliğini bu sene tamamen kaybetmiş durumda. Mustafa Sarp bu kadrodaki 2 taraflı oynamaya hem yatkın hem de buna çabalayan tek oyuncu ve tartışmasız olarak da bu sezonun en başarılı futbolcusu. Mustafa Sarp bu özellikleriyle ilerisi için her kadro yapısında ve formatında Galatasaray'daki formasını garanti altına almış durumda. Ayhan Akman maalesef artık yaşlılığın etkilerini hissetmekte, yoksa 2-3 sene önceki Ayhan banko oyuncu olurdu ve Elano'ya da gerek kalmayabilirdi. Barış top ayağındayken takım için mutlak zarar... Ancak top rakipteyken, sadece orta saha oyuncuları içinde değil tüm kadrodaki oyuncular içinde de, rakibe hamle yapan, diğer bir deyişle ısıran tek oyuncu ve Rijkaard keskin hatlarıyla 4-3-3'ü, yani 3 orta saha oyuncusunu da defansif olarak kullanacaksa koyabileceği tek oyuncu gibi durmaktadır. Çünkü 3 tane Barış ile rakibe orta sahada dayanılmaz bir baskı yaparsınız, oyununu bozarsınız ve çok sayıda top kazanarak oyuna hükmedebilirsiniz. Linderoth'u geçiyorum; devamlı sakat maalesef.


14 Aralık 2009 Pazartesi

Seyir zevki yüksek olup, başarı sağlayamayan takımlar üzerine;

Nba tarihinde sürekli seyir zevki yüksek olan takımlar olmuştur, smaç takımları, pas takımları, blok takımları, fast break takımları vs… Bu tarz takımlar genelde hep sahip oldukları yetenekli bir oyuncunun yapısına göre şekillenmiş ve tek oyuncunun oyunu üzerinden oynamışlardır. Lakin son zamanlarda (Belki de yetenekli oyuncuların nadir yetişmesinden dolayı) bazı takımlar kadrolarını gençleştirip, oyuna enerji getirip seyir zevkini arttırdı ve bu şekilde seyirci çekti.
Örneğin son yıllarda, Nba’deki ‘’Avrupalılaşma’’ hareketi sürerken, Atlanta, Portland, Memphis ve hatta Denver bu gençleşme akımına dâhil olan takımlardır. Maalesef bu seyir zevki yüksek takımların yegâne eksikleri, onların başarı sağlamalarına engel olmakta ve bu eksik, zor anlarda top kullanmayı bilen, tecrübe sahibi ya da yetenekli bir yıldız... Denver son iki yıldır tecrübeli oyuncular transfer ederek bu soruna bir çözüm bulmaya çalıştı ve Billups’la birlikte biraz çözmüş oldu bu sorunu ama bahsi geçen diğer takımlarda halen devam etmekte. Nba’in hızlı, pota altına yüklenerek oynanılan oyununu seven birisi olarak, bencil bir tavırla tüm ligdeki akımın bu yönde gitmesini tercih ederim.
Peki, durum böyleyken ne yapsak da bu takımları ve dolayısıyla akımı başarıya ulaştırsak? Mesela emekliliği yaklaşan tecrübeli oyuncular para veya eski takım romantizmine kapılmayıp bu takımlarda bir iki sene geçirerek, oyunu olgunlaştırsalar. Mesela, Jason Kidd neden Atlanta ya da Memphis’te oynamak yerine Dallas’ta oynamakta? Sonuç olarak tez vakitte bu takımlara uygun yıldızların transferlerini bekliyoruz.

Ekol 2

Bir önceki yazımda Türkiye'de bir ekolün oluşmaya başladığını anlatmaya çalıştım. Ancak dikkat etmemiz gereken, ekolün,  çok mükemmel bir şekilde top oynamak anlamına gelmediğidir; sadece oyunun özel bir noktasında uzmanlaşmak, öne çıkmak demek olduğudur. Yani ülkemizde çok üst düzey futbol oynanıyor demek istemiyorum.
 

Dört büyükler dışındaki takımlarla ilgili olarak ''iyi oynuyorlar'' yorumu sadece dört büyüklerle oynadıkları maçlara bakılarak yapılır. Peki bu maçlarda nasıl oynar bu klüplerimiz? Ben size söyleyeyim: İlk toplara baskı, iyi alan kapatma ve pres pres pres... Çok nadir istisnalar dışında bu böyledir. Bu takımların hocaları da, ligde takımları 5.likle 10.luk arasındaysa, hemen büyük takımlardaki ve milli takımımızdaki kriz anlarında teknik direktör adayı olarak ortaya sürülürler. Bu takımlara, hocalara getirilen en büyük eleştiri ise futbol anlayışlarındaki tek taraflılıktır. Yani sadece orta sahada pres yapmak ve oynatmamak üzerine kurulu bir futbol... Topa sahip olunduğundaysa hiç bir fikirleri yok. Bu düşünce ve uygulama eksikliği sadece sahadaki taktiksel düzende değil, genel futbol felsefesinde de var olan bir eksiklik ve  daha önemli  başka sorunların da kaynağını teşkil etmekte. Ülkemizde ve dünyada tüm taraftarların görmek istedikleri futbol aynıdır. Ama ülkemizdeki 4 büyükler ve milli takımımız topla oynamayı seven, devamlı hücumu düşünen, Brezilya veya Hollanda gibi bir futbol özlemi çekerken bu futbolu oynatmak isteyen hocaların ve bu futbolu oynamak isteyen oyuncuların başarılı olabilmesi çok zor hatta imkansızdır. Bizim üst düzey futbolda mentor olarak almamız gerekenler maalesef Rijkaard veya Hiddink değildir. Onlar ne kadar güzel top oynatsalar ve futbolumuza çok şey katabilecek olsalar da temel ile tepe arasında bir bağlantı olmadığı için yarardan çok zararları olablir. Rijkaard'ın istediği sistemi oynatabilmesi için yabancı oyuncu sınırlamasının kalkması ve Gs ilk 11inin yabacılardan oluşması gerek. Çünkü Türk oyuncuların yetiştirilme biçimi çok farklı, altyapıdan Süper Lig'e kadar oynanan futbol ise aynı... Bu çocuklar bu futbolla yaşadılar, bu futbolu öğrendiler.

Tellodrom


Dromomani: Bulunduğu yerlerde huzursuz olan, sürekli yer değiştirme şeklindeki anti sosyal davranış. Seyahat etmeyi çok sevenler için de kullanır.
Mustafa Denizli yönetimindeki Beşiktaş'ta 2009 - 2010 sezonunun başından beri özellikle ileri uçta oynayan oyuncuların istikrarsız saha dizilişleri göze çarpıyor. Şu an itibariyle uzun süreli sakatlıkları bulunan Delgado ve Holosko kadroda olmadığı için nispeten daha az göze çarpan bu durum, özellikle ligin başından beri  en fazla dikkati çeken hususlardan birisiydi ve öyle olmaya da devam ediyor.
Ligin ilk yarısı bitmeye yüz tutmuşken, henüz hala belli bir ileri uç dizilişi sağlayamamış olmak nasıl açıklanmalı bilemiyorum. Çünkü eldeki kadro, standart savunma, ortasaha ve forvet hattı kurmaya o kadar müsait ki Denizli'nin Amerika'yı yeniden keşfetme çabalarını anlamak elbette mümkün değil. Sonuçta Şampiyonlar Ligi de dahil olmak üzere birçok maç oynandı ve hala belirli bir düzeni sahada görmek imkansız. İlk 11 aşağı yukarı tahmin edilse de, saha dizilişi asla tam tahmin edilemiyor.

11 Aralık 2009 Cuma

Şampiyonlar Ligi Futbol Öğretisi


Beşiktaş-Cska Moskova: 1-2


Sezon başında ve ilerleyen süreçte Beşiktaş'ı canlı izleme fırsatları yakalamıştım. Henüz o zaman Beşiktaş'ın grupta (Şampiyonlar Ligi) hiç şansı olmadığını ve puan almasının yeterli olacağını düşünüyordum. Gruba bir göz gezdirdiğimizde Beşiktaş'ın en yakın rakibinin Cska Moskova olacağını ve asıl mücadeleyi gruptan çıkmak için değil, Uefa Ligi'ne kalmak adına yapacağını düşünmek yanlış değildi.

Gerek basın, gerek futbol otoriteleri, gerek izleyici kitlesi bazında yapılan yorumlar veya genel kanı göz önüne alındığında, Beşiktaş'ın hangi maç veya maçlarda iyi oynadığı hususunda birtakım fikirler mevcut. En çok göze çarpanlar ise, puan aldığı maçlar (deplasmanda Wolfsburg 0-0, deplasmanda M.United 0-1 sonuçları ile) ve evinde oynayıp kaybettiği M.United maçı olarak kabul edilebilir.
Maçların belli bölümleri hariç, Beşiktaş'ın bu maçlarda iyi futbol oynadığına katılmadığımı belirtmeliyim.

Hatalı bir kanıya vurgu yaparak işe başlamak gerekiyor. Bu kanı kesinlikle ve kesinlikle "iyi mücadele" kanısıdır. Yani takımların puan kaybettikleri veya yenildikleri maçlardan sonra, bir teselli cümlesi olarak karşımıza çıkan o cümle: "iyi mücadele ettiler"... Peki o zaman gerçekleri görebilmek adına sormamız gerekmez mi; Şans faktörü işlemediği taktirde, insan hayatının hangi mecrağında, mücadele etmeden bir başarı kazanılıyor veya istenilen hedefe ulaşılıyor? Şans olgusu olmadan istikrar elde etmenin temelinde zaten mücadele etmek yatmıyor mu? Yani mücadelenin iyisi kötüsü olamaz. Mücadele, mücadeledir ve bir işi becermek için sarfetmeniz gereken şeylerin tümüne verilen addır.

Beşiktaş irdelendiğinde, hem yönetimin hem taraftarın neredeyse tek tatmininin de bu olduğunu söyleyebiliriz. Hakikaten oynanan maçlar itibariyle, defans dörtlüsü hariç, takımın geri kalanının canhıraş bir mücadele içerisinde olduğunu görüyoruz. Peki başarı neden yakalanamıyor? Çünkü başıboş enerji salınımı verimsizliktir. Eğer enerjiyi kontrol edemez, onu doğru yönlendirmezseniz, verim alamaz hatta çoğu zaman zararlı çıkarsınız. Beşiktaş da bunu yaşıyor. İstekli, sürekli baskı yapmaya çalışan, her topa, her adama koşan bu takımın aslında ne yapmaya çalıştığı hakkında bir fikri olan var mı? Sanıyorum yok. Oyuncular sarfettikleri o üstün enerji sonunda topu kazanıyorlar, ancak ondan sonra ne yapacakları konusunda hiçbir fikirleri yok. Ne bireysel ne de takım halinde bilinçli bir harekete rastlamak mümkün. Eh enerji tükenmeye, dolayısıyla refleksler yavaşlamaya, odaklanma azalmaya başladığı anda rakibin mantık ve sabırla açtığı gedikler yavaş yavaş etkisini gösteriyor ve sonunda kale düşüyor. Beşiktaş bunu her maçta yaşıyor. Sadece Beşiktaş değil, tüm Türkiye Ligi takımlarının genel futbol anlayışı da zaten bundan ibaret. Dolayısıyla ne büyük takımlarda ne de daha zayıf addedilen Anadolu takımlarında belirli bir istikrardan söz etmek mümkün. "Biz gerekli mücadelemizi edelim, şans veya Allah da yardım ederse kazanırız" zihniyetinden daha fazlasını beklememiz de imkansız zaten.

İyi mücadele ettiği söylenip, kaybettiği maçlardan birini ele alalım. Örneğin İnönü'de oynanan ve Beşiktaş'ın son dakikalarda yediği bir golle kaybettiği Beşiktaş-M.United maçı... Maçın geneline baktığımızda yine cansiperhane mücadele veren bir Beşiktaş ancak karşısında iyi oynamadığının farkında olup ne yaparsa galibiyete ulaşabileceğini düşünen bir M.United görüyoruz. M.United'ın neden büyük bir klüp olduğunu da buradan anlıyoruz; Hayır galibiyeti elde ettiği için değil, neyin ters gittiğinin farkında olup, çözüm üretmeyi maç boyunca sürdürebilmesinden anlıyoruz. Oysa son oynanan Cska Moskova maçında ilk yarım saatten sonra işlerin ters gittiğinin farkında olan Beşiktaş, golün geliyorum dediği 10 dakika boyunca bile rakibi durdurmak adına hiçbir çözüm üretemedi.

Çözümler ve üretim üzerine burada paragraflarca yazı yazmamız ve toplu tartışmalara girmemiz gerekiyor ki "peki sorun nedir" sorusuna daha net cevaplar vermemiz mümkün olsun. Çünkü bu sorunların çözümleri profesyonel, birikimli, akılcı ve planlı çalışmalar sonucunda elde edilir ve verim almak sanıldığı kadar kısa sürede gerçekleşmez.
Görünen o ki; daha zamanımız bol ve tartışacak çok şeyimiz var.

7 Aralık 2009 Pazartesi

EKOL

Uzun süredir konuşulan ''bizim ekolümüz yok'' tartışması bence artık anlamsız olmaya başladı. Çünkü bir ekolümüzün oluştuğu, daha doğrusu oluşmakta olduğu kanısındayım. Aslında bu ''ekol'' kelimesini tam olarak bilmesem de dışarda da bahsi geçen bir kelime. Ekol'ün tam karşılığı; bir bilim ve sanat kolunda ayrı nitelik ve özellikleri bulunan yöntem, akım veya okuldur. Şimdi bizim ekol diye konuştuğumuz şeyleri biraz düşünelim.

-İtalyan Ekolü: Genel olarak savunma yapan ve bunu ''takım halinde'' yapmanın çok ötesine geçirmiş, her oyuncunun savunma üstadı olduğu, savunmanın her türlü inceliklerini ve kalınlıklarını uygulayan, takımlar ve oyuncular kümesidir. Savunma futbolda en çok zeka isteyen bölüm olduğu için bu, futbolu bilme, toplu topsuz oyun, vücudu kullanma, oyun konsantrasyonu, oyunu okuma, hedefler doğrultusunda maçı görme, saha dışı, saha içi psikolojik faktörleri kullanma bunları yaratma, oyun disiplini, maç içinde taktiksel değişikler gibi birbiriyle bağlantılı gerekleri olan ve aynı zamanda bunları bir artı olarak yaratan aslında çok komplike bir olgudur italyan ekolü. Bana kalırsa dünyadaki gerçek iki futbol görüşünden biridir.

-Hollanda Ekolü: Burada total futbola girmeyeceğim, çünkü total futbol bir ekol değil bence, bir efsane yada rüzgar gibi geçmiş cennetten bir görüntü. Total futbol, oyuna ofsayt taktiğini getiren bir sistem. Ancak son zamanların modası ve ülkemizde herkesin dilinde olan, böylece bir kez daha ülkemizde ne kadar ''büyük futbol duayenleri''nin olduğunu görmemizi sağlayan total futbolun en temel özelliği, herkesin oyun içinde yer değiştirebilir olması. Yani Servet Çetin'in oyun içinde orta sahaya geçip ara pası atması, sabrinin de forvette oynamasının mümkün olduğu bir sistem. Ancak Hollanda futbolu dediğimizde hepimizin bildiği ve iskender denildiğinde beynimizde oluşan görüntü gibi bir görüntü oluşmakta; o da bitmek tükenmeden ayağa, yerden, hızlı, kısa paslaşmalar ve yardımlaşmalı 2 li 3 lü oyunlar... Hollandalılar oynarken birşeyi hayatta göremezsiniz, o da ileriye uzun paslar... Sanırım bunun tek istisnası 94 Amerika'da Bergkamp'ın Arjantine attığı goldür ki o da kontra atakta bilinçli olarak atılmıştı. Hollanda sistemi, her zaman topu ayağında daha çok tutan ancak bu, bireysel manada ayağında tutmak değil, takım olarak ayağında tutmak olan, yani hiç bir futbolcunun ayağında topu 0,5-1 saniyeden fazla tutmadığı bir sistem (oysa bu süre bizim futbolcularımızda 1,5-2 saniyedir - evet zaman tuttum - Aynı eleştiriyi İtalyan futbolcular için de yapabiliriz). Yine bu ekolde de taktik displin önemli ancak futbolcuların insiyatifleri de oldukca önemli bir yer tutmakta hollanda takımlarında. Yani belli bölgelerde yapılması gerekenler var ancak oyuncunun yaratıcılığı her zaman daha önemlidir.

-Alman Futbolu: Fizik, çok katı taktiksel disiplin, oyun konsantrasyonu... Bence İtalyanlardan savunma, Hollandalılardan da paslaşma özelliklerinin az miktarda karışımı ve üstüne de ilk cümlede bahsettiğim özelliklerin eklenmesi ile oluşur.

-İngiliz Futbolu: Artık olmayan ekoldür. Havadan 40 metrelik paslar, çok yüksek tempo, fiziki mücadele.

-Fransızların bir ekolü yoktur. 98 den beri yükselen fransız futbolu tamamen göçmen ailelerinin ve Afrika sömürgelerinin fiziki ve teknik yeteneklerinin bulunup yetiştirilmesi üzerine genel avrupa futbolunun karakteristliğinin katılmasıdır.

-Brezilyalıların bir futbolu vardır evet ama bir sistemleri var mıdır soru işareti... Brezilya futbolu, doğal yeteneklerin en iyi sergilenebileceği taktik formasyonların oluşturulduğu, tamamen oyunculara bağlı bir futboldur. 90 öncesi Brezilya futbolu ile 90 sonrası Brezilya futbolu arasında bir fark vardır; o da Avrupa'da oynayan futbolcuların Avrupa esintilerini yani savunma ve topsuz oyunu kullanmalarıdır.

Şimdi bizim oluşmakta olan futbol ekolümüze bakarsak ne görüyoruz? İlk gördüğümüz parçacıklar, Cine 5 teleskobundan, tam olarak 3,5 milyon ışık yılı önce, Fatih Terim ile birlikte oluşan Galatasaray'dan... Uefa şampiyonu olan o takımı en iyi tanımlayan şey presti; rakip yarısahada başlayan okan-emre-suat 3 lüsünün ve bunlara ek olarak bekler Hakan Ünsal, Ergün Penbe, Capone, Fatih Akyel ve forvet Hakan Şükür'ün o zaman Avrupa'da ve Türkiye'de hiç bir takımın yapmadığı bir şey olan, maçın 3te2'lik kısmında yada yarısındaki hücum pres... Gs'de bunu yapabilen orta saha vardı. Gs'nin başarısı sadece bu değildi. Bu orta saha aynı zamanda oyunun 2 tarafına da oynayabilen olağan üstü bir orta sahaydı. Şimdi burda Türk ekolüne gelirsek, bu oyun tarzı o günden sonra yavaş yavaş ligimize hakim oldu ve özellikle son 3-5 sene içerisinde birçok küçük takıma yayıldı. Futbol yorumlarımızda ve yazılarımızda göreceğimiz üzere en çok kullanılan kelime ''mücadele'' olmakta. Ancak bu demek değil ki tüm takımlarımızda bir çeşit Okan, Emre, Suat var... Takımlarımız sadece oyunun bir tarafını oynayabilmekte, o da savunma. Yani pres... İtalyanların savunmasıyla bizim savunmamız arasında hiç bir benzerlik yok, hatta biz dünyada bilinen manada savunmayı beceremiyoruz. Yani beklemeyi, rakip takımı tuzaklara düşürmeyi vs vs. Biz savunmadan, topa baskı yapmayı anlıyoruz. İlk toplara sert girmek, ufak tefek tekme ve çekmeler yapmak, orta saha ile rakip 18 arasında kalan bölgede müthiş bir enerji harcamak ve rakibe top yaptırmamak, kazanılan toplarla rakibi hazırlıksız yakalamak ve hızlı bir şekilde rakip ceza sahasına paslarla girmek... İşte bu türk futbol ekolüdür arkadaşlar.

Şimdi eksik olan bir sürü şeyi sayabilirisiniz. Ancak ben de o eksiklere karşılık yukarıda bahsettiğim ekollerin bir sürü eksiğini sayabilirim. Farkettiyseniz tüm ekoller oyunun bir tarafına yönelik. Yani uzmanlaşılan bir konu var. Savunma yada hücüm. Ancak ekol ile futbol arasında bir fark var. Türk futbolu hala çok geride. Toplu-topsuz oyun, temel oyun bilgileri vs vs burda anlatmakla bitmez. Ama ekolse artık bizimde bir ekolümüz oluşmakta.

23 Kasım 2009 Pazartesi

Cemal Nalga Vakası


Türkiye basketbol liginde, oluşum şekli açısından emsalsiz bir hadise yaşandı geçtiğimiz günlerde. Emsalsiz olması sebebiyle de olayın, başrol oyuncusu olan Cemal Nalga ile özdeşleşmesi çok normal gözüküyor.


Olay neydi hatırlamak istediğimizde şöyle bir açıklama yapabiliriz:

Galatasaray Cafe Crown Basketbol Takımı, cezalı olmasına rağmen Cemal Nalga adlı oyuncusunu, oynanan hazırlık maçlarında, başka bir isim ve forma ile -aynı takımdan arkadaşı olan Tufan Ersöz- oynatmıştı. Olayın ortaya çıkmasıyla büyük bir kargaşa ve şok yaşanmış ve basketbol federasyonunun nasıl bir ceza silsilesi ile olaya müdahale edeceği merak konusu olmuştu. Çünkü Türk spor tarihinde böylesi bir skandala henüz rastlanmamıştı ve dolayısıyla cezaların belirlenmesi, belli bir süreç istiyordu. Geçtiğimiz günlerde cezalar açıklandı ve olaya karışan isimler çeşitli cezalara çarptırıldılar.

Olayın baş sorumluları olarak ortada bulunan kişilere belirli men ve para cezaları verildi. Kişiler bazındaki bu cezalar tatminkar gözükse de Galatasaray basketbol takımına verilen ceza ise bir tartışmayı başlattı. Ligden düşürülmesi öngörülürken, Galatasaray, Nalga'nın oynadığı tüm maçlarda hükmen yenik sayıldı ve ayrıca beş puanı da ceza olarak silindi. Aslında tartışma da bu noktada başlıyor. Bu cezalarla Galataray'ın ligde tutunması zaten zor gözükmekte ancak düşürülmemesinin altında federasyonun cesaretsizliğinin yattığını söylemek de yersiz olmaz. Çünkü yapılan onca sponsorluk anlaşması, oyuncuların sözleşme içerikleri ve benzer hususların Galatasaray'ın ligden düşürülmesi halinde başını ciddi anlamda ağrıtacağı aşikardı.

Bütün bu soru işaretleri ve tartışmalar sürerken işin geri planında göze çarpan ve bunca skandal arasında biraz da haklı olarak kafamızı fazla kurcalamayan bir konu var ki, özellikle tartışmaya açıktır; Cemal Nalga, yine bir hazırlık maçında rakip takım oyuncusuna attığı yumruk sonucu beş maç cezaya çarptırılmıştır. İşin garip noktası ise bu beş maçlık cezanın hazırlık maçları ile eritilebilir olmasıdır. Oysa maçlardan men cezası, hele ki böylesi şiddet içeren, kavga benzeri vakalarda özellikle resmi maçlar için veriliyor. Fakat bu durumda cezalı oyuncularınızı hazırlık-dostluk maçlarında oynatarak cezalarını yok etme şansını elde etmiş oluyorsunuz. Yani haliyle cezadan çok, "dostlar alışverişte görsün" mantığı ile karşı karşıyayız. Yeni gelişen olayları bir kenara bırakırsak, sadece bu saçma ceza sistemini irdelediğimizde dahi, basketbol ligimizin temizliği ve adilliği için daha fırınlarca ekmek yenmesi gerektiği gerçeği göz ardı edilemez.

İşin akla hayale sığmayan kısmı ise, bu toleranslı ceza sistemine rağmen Galatasaray teknik heyetinin, cesareti, saflığı (hakaret içermeden kullanılabilecek bir kelime olduğu için), yüzsüzlüğü, artniyeti... Her nasıl adlandırıyorsanız adlandırın...
Değil Cemal Nalga, Jamal Mashburn bile olsa, bu tutum affedilmesi imkansız bir tutumdur. Özrü yoktur. Galatasaray eski teknik heyeti gibi, bahane belirtirken çok klasik bir taktiğe başvurup "herşeyi ülkemiz için yaptık" klişesi ile işin içinden sıyrılmaya çalışılsa bile...