30 Eylül 2009 Çarşamba

Topun Mülkiyeti


Galatasaray'da işler sezon başından beri iyi gidiyordu. Ta ki Eskişehirspor maçına kadar... Doğrusu Eskişehirspor maçı herkesin farkettiği ama tam olarak ne anlayabildiği ne de dillendirebildiği, bazı Galatasaray taraftarlarının içinde bir huzursuzluk hissettiren olguyu ortaya çıkardı. Belki demin bahsettiklerim sadece ben ve etrafımdaki birkaç şahıs için geçerli olabilir. Çünkü Galatasaray maçları ''Süper'' Ligin seyir zevki en yüksek maçları olmasına karşın, güzel bir maç ile bir takımın doğru veya iyi oynaması aynı şey olmayabiliyor bazı zamanlar.

Galatasaray maçlarında takımın bol gol atması ve maçları kazanmasındaki en önemli faktör futbolcuların kişisel olarak performanslarının üst seviyede olmasıydı ki bu hem hücum hem de savunma oyuncuları için geçerli. Oyuncular olmadan hiçbir şey yapılamayacağını söylemeye gerek yok ancak oyun felsefesi olmadan istikrarlı ve büyük başarılar kazanılamaz. İşte Gs'deki en büyük sıkıntı buydu. Bunu sadece futbol kamuoyunun değil Neskens-Rijkaard ikilisininde kesin olarak farkında olduklarını düşünüyorum çünkü basına verdikleri demeçlerde ayaklarının yere bastığını hissedebiliyorduk ve takım oyununa devamlı vurgu yapmaları onların da aslında sistemin daha, "hiç" oturmadığını söylemeye çalıştıklarını anlıyorduk. Galatasaray'ın oynamaya çalıştığı futbolun olmazsa olmaz tek kuralı topun mutlak sahibi olmak. Eğer Galatasaray, Hollanda-Barselona ekolünü oynayacaksa kesinlikle her maç en az %60 topa sahip olma yüzdesini tutturmalı. Fakat sezon başından beri Gs bu orana hiçbir zaman yaklaşamadı ve ürettiği bol gol pozisyonu ki bu oran gitgide azalıyor, tamamıyle bireysel becerilerle olmakta. Şunu şimdiden söylemekte fayda var; Gs istediği sistemi oturtup oynamaya başladığında da yine bireysel becerilerle gol atacak. Kimse size %60 top sizin, bundan dolayı alın size 2 gol demeyecek, ancak bu oran gitgide artacak ve gol yeme riskiniz de gitgide azalacak böylece oyuna hükmedeceksiniz.Bkz: Barca.

Benzer bir sıkıntı Bayern München için geçerli. Hollanda ekolünün bir başka temsilcisi van Gaal'in oynatmaya çalıştığı futboldan eser yok ki Bayern yıldızlarını Gs taraftarı ''çok yakından'' tanımaktadır. Bayern'deki sıkıntının Gs'den daha fazla olduğunu söylemek için sonuçlara bakmak yeterli. Bayern'de bireysel performansta da sıkıntı var. Kadronun hem kendi arasında hem de oynatılmaya çalışılan sisteme uyumsuzluğuda cabası.

Bu iki teknik adamın da hatta Cruyff'un da geçmişlerine baktığımızda gördüğümüz birşey var: Bazı yıldız futbolcularla yaşanılan sorunlar. Konuyu nerden buraya getirdin diyeceksiniz ancak şuan benim ve tüm Gs taraftarlarının gözdesi olan Keita, Arda, Baros ve her ne kadar benim şu ana kadar pek gözüme girmemiş olsada Elano, Gs'yi bugün ''Süper'' Lig'in seyredilmesi en zevk veren takımı olmasını sağlayan bireysel yeteneklerini kullanışları, Gs'nin oynamak istediği sistemin dışına çıkmasına daha doğrusu oynamak istediği sistemi oynayamamasına sebep olmakta. Bu noktada herkezin bana karşı çıktığını biliyorum ancak Keita'nın hepimizi ayağa kaldıran hareketlerinin çoğu top kaybına sebep olmakta. Keita'ya, Elano, Arda ve Baros da ayak uydurunca gerçekten bu top kaybı sayısı ritmin bozulmasına ve topa sahip olma oranının düşmesine sebep oluyor. Tabi bu hareketler de Gs'nin sezon başından beri 40 küsür gol atmasına sebep oldu. Burada Kewell' ı bilerek yazmadım çünkü Kewell tamamen aklıyla oynadığından onlar kadar çok top kaybı yapmıyor (ancak yorulduktan sonra top kaybı sayısı artıyor). Paragrafın başına dönersek ileride sisteme uymayan yıldızlar Gs için problem olabilir ama Rijkaard şuan tüm takımı zaten sisteme uydurmaya çalışıyor ve bunun çok uzun zaman alacağı da aşikar. Yani şu an o oyunculara Riykaard'ın kızması için sebep yok gibi duruyor.

Yukarıda söylediklerim aslında orta sahaya ve dafansa yapılacak eleştirilere oranla daha az gibi durmakta. Ama ortasaha ve defansa yönelik eleştiriler tüm medyada işlenmekte. Bunları kısaca toplarsak:
- Defansta topu oyuna sokacak, telaşlanmayacak, tekniği ve oyun zekası yüksek bir oyuncu
- Orta sahada oyunu 2 yönüyle oynayacak oyuncu. Aslında var ama adedi az (ayhan)

Bu eleştirileri gözönüne alırsak önceki paragraflarda yazdıklarımın aslında tamamlayacı olduğunu farkedeceksiniz. Bence tüm bu sorunlar içinde en aciliyeti olan orta saha olacaktır. Çünkü artık orta saha üstünlüğünüz olmadan yıldızlarınızı efektif kullanmanız mümkün değil. Peki orta saha üstünlüğü bize neyi sağlayacak ? Topa sahip olmayı, böylece rakip atak sayısını azaltmayı ve rakip atakları daha olgunlaşmadan 2. bölgede öldürmeyi.

Tıpkı 2. dünya savaşının sonlarında hava üstünlüğü olmadan kara harekatının imkansız olduğunun ortaya çıkması gibi Gs'de orta saha üstünlüğünü ele geçirmeden yıldızlarını efektif kullanamayacağını anlamak zorunda.

25 Eylül 2009 Cuma

Beşiktaş ve Asıl Sorunlar Üzerine


2009-2010 sezonun altıncı hafta maçlarından birisi de Beşiktaş - Kayserispor maçı idi. Beşiktaş yenildi ve İnönü'de aranan gol sesi yine çıkmadı. Ancak maç sonrasında farklı sesler, homurdanmalar duymamazlıktan gelinecek kadar kısık sesle ifade edilmedi. Önce, uzun süredir sessiz kalan taraftar, yaptığı sert tezahüratlarla, maçtan sonra da Beşiktaş Asbaşkanı Levent Erdoğan verdiği demeçlerle yönetimi ve futbol takımını çok sert bir biçimde eleştirdiler.


Asbaşkan Levent Erdoğan'ın sözlerini dinlerken hakikaten şaşırdım. Maç sonrasında bir anlık öfkeyle söylenmiş sözlere benziyordu bunlar, fakat söylediklerinin içeriği hiç de bir maçlık gibi durmuyordu. Özellikle 2008 - 2009 sezonunda kazanılan şampiyonluğun taraftarın ve Bjk destekçilerinin dualarıyla kazanıldığına dair olan açıklaması hiç profesyonelce değildi. Bu açıklama ile takıma olan güveninin, değil bu sene, geçen sene de tam olmadığı sonucunu çıkarabiliriz. Fakat bu sefer de söylediklerinde bir tutarlılık sorunu hasıl oluyor. Çünkü Kayserispor maçı öncesi Manchester United ile oynanan Şampiyonlar Ligi mücadelesinden sonra, Beşiktaş'ın Manu'yu adeta sahadan sildiğine, golü de şanssız bir şekilde Beşiktaş'ın ikram ettiğine dayanan sözleri, yeni tutumuyla tezat oluştuyordu.


Bundan sonraki süreçte Levent Erdoğan'ın yaptığı yeni açıklamaları takip ettim. Ortam biraz soğuduktan sonra sözlerine çeşitli açıklamalar getirip, biraz geri adım attığını gördüm. Geçmiş açıklamalarının maçın sıcaklığıyla alakalı olduğunu söylüyor ve durumu düzeltmeye çalışıyor. Ama bahsettiği bir durum var ki asıl vehametin burada yattığına inanıyorum: "İşler iyi giderken konuşsan o zaman da 'tekere çomak sokmuş' oluyorsun" diyor ve eleştirilerinin zamansızlığdan şikayet edenlere kendini böyle savunuyor. Bahsettiğim gibi asıl sorun da burada yatıyor zaten. Yani kalıcı çözümler yaratmak, henüz işler tersine dönmemişken önlemler almak ve oluşan gedikleri kapamak için kral çıplak demenin zorunlu olduğu gerçeği... Eğer asbaşkanlar, yönetim kurulu üyeleri veya yönetimde söz sahibi öteki bireyler bunu yapmıyorlarsa, neden o mevkilerde bulunuyorlar? İşler iyi giderken, yönetim erkini pohpohlamak ama ibre terse dönünce aksi yönde tavır almak herkesin takınabileceği bir tutum zaten. Eğer sizler kral çıplak demekten doğacak sonuçları göğüsleyemiyorsanız, bunu kimin yapmasını bekliyorsunuz?

Beşiktaş Futbol klübünün gücü, kapasitesi geçen seneden de belliydi zaten. Türkiye liginde, işler istediği gibi giderse başarı sağlayabilecek - ki güvenle arkasında durulamaz bir fikirdir - ama Avrupa'da bu başarıyı sürdürmesi için çok daha kaliteli futbolculara ve vizyona sahip olması gereken bir takım vardı ortada. Otoriteler bas bas bağırıyordu. Medya bunu konuşuyordu. Şampiyonluğun kimseyi yanıltmaması gerektiği tartışılıyordu. Bunu görmek için kalantor eski futbolcu, eski yönetici, eski hakem vs olmanıza da gerek yok, zira Avrupa ve Türkiye liglerini az çok takip ediyorsanız, neyin ne olacağını apaçık görebiliyorsunuz zaten. Fakat nedense futbol yönetimlerindeki kişiler bunu göremiyorlar, göremiyor olduklarını kabul etseler de işi görebilecek ehillerine bırakmıyorlar ve bırakmayıp takımlarına bilerek yada bilmeyerek zarar veriyorlar.


Hal böyle olunca kişi bazlı imparatorluklar doğuyor ve senelerce belli başlı isimleri spor yönetimlerinde seyrediyoruz. Hele bir de klüp maddi bağımlılık içinde ise iş, içinden çıkılamaz bir hal alıyor çünkü en büyük sorunlardan biri, belki de en büyüğü olan parasal borç sorununu halledebilecek, üstlenebilecek ortada sadece kişiler var çünkü borç stoğu kontrol edilebilir seviyelerin üstünde.
Bugün gördüğüm ve okuduğum haberlerde Yıldırım Demirören'in geçmişte çıkan söylentilerin aksine ocak ayında yapılacak seçimlerde yeniden aday olacağı ve pes etmediği yazıyor. Yeni bir vizyon ve kadro ile seçmenlerin karşısında yer alacağı da ekleniyor. Üstelik kendisine yönelik bunca tepki ve istifa çağrılarına rağmen... Peki ne değişecek ki? Yeni bir kadronun faydalarına zaten inanmıyorum ama yeni bir vizyon ne demektir? Nasıl oluşturulur? Bu konuda çağdaş sportif fikirler var mı? Geçmişten bugüne ne değişti ki bundan sonra da değişebileceğine inanmamız bizlerden bekleniyor? Bozuk bir musluğu parlatıp yeniden yerine takmaktan ne farkı olacak bu işin?

24 Eylül 2009 Perşembe

Rakamların Ötesi


Futbol tartışmalarının gözde konuları, her zaman 1'den 10'a kadar rakamların uçuştuğu konulardır. Hatırlıyorum; 90'ların başında hem GS hem de tüm Türk ligi 3-5-2'ye geçiş yapmıştı. Dünya 3-5-2 ile sallanıyordu ve 4-4-2 çağ dışı kabul edilmişti. Ta ki 98 dünya kupasında Fransa 4'lü savunmayla şampiyon olana kadar ülkemizde 4'lü savunma hep kötülenmişti. Aslında 94'te Brezilya da 4'lüyle şampiyon olmuştu ancak, dünyayı hep düşük bağlantıda Battlenet'ten Starcraft oynayan bir çocuk gibi bir kaç frame geriden izlediğimiz için 94'ü görmemiz 98 Fransa'sında oldu, onu da ilk gören Fatih Terim'di ancak hepimiz Popescu gibi dünyanın en iyi liberolarından birine sahip olup niye onu 4'lü savunmada oynatıyor diye kızmıştık ki bunların içinde ben de vardım. Neyse, imparatore aslında o zaman bizden ders almayacağını bize ders vereceğini söylememişti ama dersi 2 sene sonra Kopenhag'da çok net verdi. Peki bu rakamsal saçmalığın altında ne yatıyor, "ha 4 ha 3 kardeşim lagaluga yapma" demek daha mantıklı aslında. Gerçekten de ordaki problem rakamsal değil alansal. Yani defansta 2 kişi rakiplerin peşinde koşup afallaya dursun libero denen zat, sakin sakin beyni mavi ekran veren stoperlerin arasından geçen top veya rakip oyuncuyu direkt kucağında buluyordu. Ama orta sahadan fırlayan o kadar çok gol atmaya meyilli kamikaze vardı ki artık 3'lü savunma ve eskinin büyük efendisi libero, 2. dünya savaşındaki drednotlar gibi yenilik karşısında çöktüler. Peki yenilik neydi? 4'lü müydü ? Şekilsel olarak bakarsak 4'lü ama felsefi olarak bakarsak rakibi bekleyişle ilgili. 4'lüde kimse adam peşinde koşmuyor herkes libero, böylece karşıdan akın akın gelen orta saha oyuncularını daha sakin ve aklı başında bir grup defans oyuncusu beklemiş oluyor. Tabi bu alan savunması, nereye kadar alan? nereye kadar adam adama? Bu kadar mikro managment'a giremeyeceğim çünkü bilmiyorum, ama alan savunmasında bir yere kadar, belli bir noktadan sonra adama direkt baskı uygulanıyor.

Peki 4'lü savunmaya geçişin tek sebebi orta sahanın derinliklerinden kopup gelen bu delikanlı topçular mı ? Hayır bir avantaj ve asıl oyunun geneline etki eden faktör de top rakipteyken 4 savunmacı, top sendeyken 2 savunmacı bırakabilmen ve kanatlarda hücumdayken 2 kişi fazla olman. 3-5-2'ye getirilen en büyük eleştirilerden biriyse 5'li orta sahanın kanatlarında oynayan topçulara aşırı yük binmesiydi ve dünya çapında bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar nadir insanın hem savunma hem de ofans yapabilecek fizyolojiye ve teknik yeterliliğe sahip olmasından dolayı bu kanat formasyonunun hep aksadığıydı ki son derece haklı bir eleştiriydi bu.

Ancak yaklaşık 15 senedir tabulaşan 4'lü savunma eleştirilmeyi hak etmiyor mu artık? Özellikle rakiplerine karşı çok üstün kadrolar kuran ve çoğu maçlarında karşılarındaki rakiplerin kapanarak oynadığı zengin klüpler niye 4'lü savunmayla oynasın? Eminim diyeceksinizki ''kardeşim onlar topa sahipken savunmada 2 kişi bırakıyorlar ve bekler hucuma çıkıyor'' ama bu çoğu takım için koca bir yalan arkadaşlar. Aynı 3-5-2 için geçerli olan kanat oyuncuları eleştirisi 4'lü savunma içinde geçerli. Mesela İbrahim Kaş,İ. Toraman veya Hakan Balta gibi oyuncuların top kendi takımlarındayken hücuma katkıları son derece sınırlı hatta yok. O zaman bu tip beklere sahip takımlar neden 4'lü savunmada ısrar ediyor? 3'lüye dönmek çok daha mantıklı. Bu görüşe karşı çıkacak olanlar adam adama savunmaya dönülmesi gerektiğini söylediğimi sanmasınlar. Dediğim gibi şekilsel olarak fark 4'lü ama asıl fark felsefiydi. Yani dünyada 3 kişiyle alan yapılamaz diye bir kural yok. Zaten topa çoğunlukla sahip olması gereken ve maçı kazanmak zorunda olan senin takımın, çok fazla savunmaya da ihtiyacın yok. O zaman ön libero diye tabir edilen bence defansif ortasaha oyuncusu olan yada fm'cilerin anladığı şekilde dmc oynayan arkadaşlarımızı defansın göbeğine koyar yanına da bildiğimiz stoperleri koyarsak top rakipteyken 3 kişiyle alan yapar, top bizdeyken 2 kişiyle savunmada kalırız. Bu uygulanan bir taktik zaten ancak maçın 60. dakikasından sonra oyunu değiştirmek için kullanılıyor ve çoğu zaman da takım disiplinin kopmasına sebep oluyor çünkü takım bu şekilde oynamaya alışmamış.

Yani aslında olay niceliksel değil niteliksel. Mustafa Denizli'nin bir raportajında şunu dediğini hatırlıyorum :''zaten günümüzde futbol 30 metrelik bir alana sıkıştırılmaya çalışılıyor bu kadar dar bir alanda 4-4-2 veya 3-5-2 oynamanın bir farkı kalmaz''. Şahsen kesinlikle katılıyorum ve Beşiktaş taraftarının Mustafa Denizli ne yapmaya çalışıyor diye kafa patlatırken bu lafını hatırlamalarında fayda olacağını düşünüyorum. Tabi şu an Beşiktaş 30 metrede oynayamıyor o ayrı.Rakamlar o kadar yalan şeyler ki futbol için sadece laf salatası yapmamızı sağlıyorlar. Asıl gerçek futbolun nasıl oynanması gerektiği çünkü her 20 senede bir futbolun genel formasyonu ve felsefesi değişiyor. Şimdinin tartışılmaz formasyonu ve oyun felsefesi 10 sene sonra çağ dışı kalıyor. Tıpkı ddr-ram sd-ram örneğinde olduğu gibi.

23 Eylül 2009 Çarşamba

Perdenin Ötesi


Türk toplumunun en fazla anladığı ve üzerinde ''derin'' bilgiye sahip olduğu konular nelerdir sizce? 26 yıllık gözlemlerim sonucunda bunların futbol ve ekonomi (ve maalesef bu iki konuda da her türk vatandaşı gibi bilgi sahibiyim; birisinin okulunu okudum diğerinde ise gerçekten saha içinden yardım aldım) olduğunu keşfettim (yeah). Bu kadar çok insanın uzman olduğu konularda, geçekten birşeyler bilmek ne kadar kötü bir durum.


Benim insanları çıplak gösteren bir gözlüğüm var. Ancak herkes diğerinin iç çamışırı olarak ne giydiğinden o kadar emin ki kimse gözlüğümü ciddiye almıyor, çünkü biliyor orda ne olduğunu. Ekonomide zaten kimse kimseyi dinlemiyor ve herşeyi yolsuzluk ve dış mihraklara bağlıyor. Ancak futbolda iş biraz farklı; karşı tarafın giydiği iç çamaşırını biliyor ama gözlükle gerçekten de öyle mi değil mi diye bakıp, eğer tahmin ettiği iç çamaşırını göremez ise, ya beğenmeyip tahmin ettiği iç çamaşırını giyen birsini arıyor yada kabul etmiyor.

Peki bu kadar konuya hakim ve kendinden emin insanların olduğu ortamda teknik direktör olmak ne kadar zordur acaba? Mesela 100 yıldır kazanılmamış bir başarıyı sağlamışsınız ama bu halkın bir bireyi, sizi öyle bir şekilde eleştiriyor ki (aslında yüz yüze gelinse sizi baştan aşağıya yalayan bir kişidir bu zat'ı muhterem) sizin üstünüzden ticari çıkar sağlamaya çalışıyor, işte o anda siz de, ya vücudunun suratında çıkardığı kıllara küfür ediyorsunuz yada ders almam ders veririm diyorsunuz. Ancak yüce Türk millettinin gözünde birkez daha puan kaybettiniz. Çünkü yüce Türk milleti kendisine hak ettiği cevabın verilmesinden hiç hoşlanmaz, bunu ancak, uzun boylu, Ankara'daki bir vakfın Kasımpaşa'lı, Rize kökenli hiçbir üstdüzey eğitimi olmayan, ince bıyıklı ve sigaraya karşı olan bir başkanı yapabilir. Sanırım ''imparatore''mizin bir kaç eksiği var; boyu kısa ve bıyıkları da yok. Türk halkı kendi gibi boyu uzun olmayan ve bıyıksız insanlara pek saygı göstermez ve daima onlara öğreteceği birşeyleri vardır. Mesela herzaman milli takım kadrosunu kendisi yapmak ister veya takımın 90 dakka içersinde 4-4-2 'den 4-3-2-1'e ne zaman dönmesi gerektiğine karar verir.

Bundan 2-3 sene önceki 3 büyük takımımızın teknik direktörlerini yazıyorum: Gerets-Zico-Tigana. Bu 3 kendini bilmez(!) teknik direktör bozuntusu(!) da aynı anda kovulmalıydılar çünkü tüm medya ve tribün kitlesi üçünden de nefret ediyordu. Ama acı bir gerçek var ki; bu 3 isim dünyada, tüm Türkiye'den daha çok tanınıyor ve daha da önemlisi kendilerine saygı duyuluyordu. Ama Orhan Tamorancı ve Kıncal Uluçalireis gibi Türk büyüklerimiz hala onlardan daha çok şey biliyorlar.

Ne Güzel Tenisçimizdin Sen Sharapova


Bu sene ilginç sonuçlara tanık olunan Amerika Açık Tenis Turnuvası’ ndan, üzerinden biraz zaman geçmiş olmasına rağmen bahsetmek istedim. Yıllar sonra bir anne (Kim Clijsters) ve bir Arjantinli (Juan Martin Del Potro) şampiyonluk yaşadılar ve önemli rakipleri eleyerek bunu başardılar. Ben de bu arada, fırsatım olduğu için birçok maçı izleyebildim.

Ülkemizde diğer önemli spor dallarına nazaran çok az ilgi görüyor tenis sporu. Fakat iyi bir tanıtım ve yatırımla çok daha fazla seveni olacağına inanıyorum. Zira yaşattığı heyecan ve seyir zevki hakikaten çok üst seviyelerde bir spor dalı tenis. “Hele söz konusu güzel tenisçi Sharapova olduğunda” gibi bir cümle ile devam edip ilgi çekmeye çalışabileceğim gerçeği de su götürmez sanırım. Ama hal böyle değil aslında.

Uzun boyu, sarı saçları, güzel gözleri, atletik fiziği ve herkesin erotik-orgazmik olarak nitelediği çığlıklarıyla Maria Sharapova, bu sene de turnuvanın favorileri arasında gösteriliyordu. Ama işler pek istediği gibi gitmedi ve 3. turda genç Amerikalı Melanie Oudin’ e yenildi. İzlediğim maçlar arasında bu maç da vardı. Gerçekten heyecanlı bir maç oldu ve önemli bir rakip karşısında zafer kazanan Oudin’ in sevinç gözyaşları görülmeye değerdi falandı filandı...
Sıradan bir tenis izleyicisi olarak teknik yorum yapamayacağım tabi ama insan hal ve tavırlarından, bir kişinin az çok neler hissettiğini anlayabileceğimi düşünüyorum. “Tenis ile ne ilgisi var” diye soracaksınız. Açıklayayım:
Henüz maçın başından itibaren içten içe genç Oudin’ i desteklemeye başladığımı farkettim. Daha evvel bahsettiğim gibi tenisin sadece genel kural ve bilgilerine hakim bir spor izleyicisiyim ve dolayısıyla bu desteğimin Oudin’ in teknik becerileriyle ilgisi yok. Ama Sharapova’ nın maç içerisindeki hal ve tavırlarıyla çok ilgisi var.

Bir yanda çok genç ve göreceli tecrübesiz bir sporcu, öte yanda yine genç, olabildiğince tecrübeli ama fazlasıyla hırslı, sinir küpü, mendebur, kendini beğenmiş bir sporcu var. Evet maç boyu o sol yumruğunu, elinin ayasını kanatırcasına sıkan, yüzü hiç gülmeyen, başta çok ilginç gelen ama sonra hırsın, sinirin dışa vurumu olarak insanı geren çığlıklarıyla Sharapova, o kadar iticiydi ki onu desteklemek şöyle dursun, Oudin’ in kazanması için nerdeyse dua eder vaziyette buldum kendimi. Özellikle oyunun geride olduğu bölümlerinde içinde bulunduğu hal, tavır yine oyunun o bölümlerinde sergilediği bir çok güzel hareketini, çevirdiği önemli sayıları, uzanılamaz yerlere gönderdiği topları gölgeler nitelikte antipatikti. Bir oyuncunun, sporcunun hırslı olmasını anlıyorum ama o gün Sharapova’ daki, hırstan çok daha fazla bir şeydi ve kendisinden soğuttu.
Benzer bir hissiyatı tabi ki “Double Dragon” tadında senelerdir tenis kortlarını domine eden Williams kardeşlerden ufağının düştüğü durumda da yaşadım. Başarılarına söylenecek pek bir şey yok ama yine de S. Williams’ ın küfür skandalından sonra, istekli, mücadeleci bir anne olan Clijsters’ ı desteklediğim için hiç mi hiç üzülmedim.

Erkekler tek finalinde yani Federer - Del Potro kapışmasında ise 2. set ortlarına doğru maçın Federer lehine biteceği sinyalleri, bir anda tersine döndü ve maç 5. sete uzayarak finale yakışır bir hal aldı. Federer sanki doymuşluğun verdiği bir isteksizlikle oynuyorken, Del Potro ise tüm açlığını ortaya koydu ve maçı kazandı. Maç sonrası röportaj ve seyirciye hitab esnasında gerek Federer’ in rakibine sunduğu olgun ve ağırbaşlı övgüleri, gerek Del Potro’ nun Federer’ i kastederek “onun gibi olmak” amacını belirtmesi ile aranılan sportmen huzura kavuştuğumuz söylenebilir.

Herşeye rağmen “bence” zevkli ve “bence” adil geçen bir turnuva geride kaldı. Çünkü birçok gece beni ayakta tuttu ve ekrana bağladı.
Kısacası öfke, nefret, kendini beğenmişlik, ötekileri küçümseme, aşırı hırs ve bencillik kazanmadı bu sene. Bu yüzden ayrıca mutlu olduğumu söyleyebilirim.

22 Eylül 2009 Salı

Toplu Sporlar


"Toplu sporlar" dedikleri şey nedir?

Toplu halde yapılan sporlar mı? Yoksa topla oynanan sporlar mı?
Curling midir toplu spor, tenis mi?

Futbol ve Sağlıklı Uyku


Evet futbolun bir katkısı daha... Sizleri bilmem ama büyük uyku sorunu çeken birisiyim ben. Uykuya dalmak bir dert, onu devam ettirmek ise eziyet... Belki doktor müdahalesi dahi gerekiyordur bilemiyorum. Ama hayatımı olumsuz etkilediği kesin...

Uyku sorunu için kullanılabilecek önemli araçlardan birisi kitaplar ise emin olun bir diğeri de futboldur. En azından benim için geçerli bu durum. Eğer o gece uyuyamıyorsanız ve kitap okumak da içinizden gelmiyorsa, size en büyük tavsiyem gece tekrarları yayınlanan herhangi bir futbol maçını izlemenizdir. Işıkları kapayın, koltuğunuza uzanın ve maçı izlemeye koyulun. Memnun kalacaksınız.

Bu olayı farkettiğimden beri beynim artık gece izlediğim her maçta bir refleks olarak uyku emri veriyor bana. Yeşil saha, 22 adam, taraftarın uğultusu, spikerin anlatımı adeta bir hipnoz etkisi yaratıyor ve artık neredeyse düdükle beraber uykuya dalıyorum.

Sadece gece için değil, güzel bir ikindi uykusu için de futbolu kullanabilirsiniz. İhtiyacınız olan tek şey akşam sularında yayınlanan vasat bir Alman, Fransız veya İtalyan ligi maçı bulmak ve izlemeye koyulmak. Emin olun 90 dakika olmasa da en az 45 dakika – 1 saat güzel bir uyku çekeceksiniz.

Sonuç: İyi ki varsın futbol !

21 Eylül 2009 Pazartesi

Alınmış ilk özgür karar: Beşiktaş


Seksenlerin sonu doksanların başı diyorlar ya o vakitler işte... Yaptığımız herşeyin, söylediğimiz her sözün, ve dışa vurduğumuz her duygunun hakikaten samimi ve saf olduğu belki de tek zaman aralığıydı..

Klasik çocukluk ritüelleri arasında yer alan, takım taraftarlığının özellikle aile bireyleri tarafından aşılanması sürecinde ben de birçok takımdan teklif alan çocuklardan biriydim. Aile fertlerimin arasında en etkin transfer çalışmasını ise büyük kuzenlerim sürdürüyordu ve bir çocuğu etkilemek konusunda oldukça başarılı olduklarını itiraf etmeliyim. Televizyonda radyoda maçlar izleniyor, dinleniyor, sürekli tezahüratlar yapılıyor ve diğer aile bireylerine tutacağım takımın hangisi olduğu sorularak transferimin gerçekleştiği tescillenmeye çalışılıyordu. Aslında herkeste de benzer çabalar eskik olmuyor değildi tabi. Ama bu evrede sesini çıkarmayan, hiç karışmayan tek kişi vardı: Babam...

Evet babam hiçbir zaman hangi takımı tutacağım konusunda bana karışmamıştır. O dönemlerde ona hangi takımı tutmam gerektiğini sorduğumda bana “hangi takımı tutarsan tut senin bileceğin iş” cevabını vermiştir. O çocuk aklıyla bunu pek idrak edemedim önce. Yani babam bana kendi tuttuğu takımı tutmamı öğütleyebilirdi. Ama öyle olmamıştı. Herkes beni bir yerlere çekmeye çalışırken o “özgür” bırakıyordu. Farkettiğim tek şey bunun çok güzel bir davranış olduğuydu. Kararı ben verecektim. Seçimimi ben yapacaktım. Ben de beni özgür bırakan adamın tuttuğu takımı tutmaya karar verdim.

Metin Ali Feyyaz...
Bana üst üste gelecek şampiyonlukların habercisiymiş gibi gelen aslında hiç tanımadığım ama çok iyi tanıdığım üç adam... İçinde birçok üniversiteli barındıran ama elit olma iddiası olmayan, hatta taraftarlarının kendisini “halkın takımı” olarak niteledikleri Beşiktaş...
Aydınlık, güzel, temiz olanın temsilcisi gibi umut veren ve sadece fubolla alakası olmayan birşeyler vardı o zamanlar. Onur mücadelesinin futbola yansımış haliydi. Şimdi onun bunun ağzına sakız olmuş “duruş” kelimesinin gerçek anlamını, duruş kelimesini hiç zikretmeden hissediyordum ben. Çatık kaşlarımızla ve diğerlerine göre daha az sayımızla ufka umutla ve inançla bakıyorduk. Yenilsek de üzülmüyorduk. Hatta yenilgiyi paylaşmayı daha çok seviyorduk.

Şimdilerde ise Beşiktaş yenilince üzülüyorum sanki. Çünkü asıl yenilenin futbol takımı olmadığını biliyorum. Hayatın her alanında da kaybettiğimiz ve gözlerimizde artık var olmayan o parıltının özlemini çekiyorum. Çünkü bir zamanlar hissettiğim “paha biçilemez” şeylerin yerinde yerler esiyor. Geri kalan herşey içinse kredi kartından başka bir şeye ihtiyacım yok zaten.

EuroBasket 2009 & 12 Dev Adam


Polonya'da düzenlenen EuroBasket 2009, iki haftalık maratonun ardından bu geceki final karşılaşmasıyla sona erdi. 16 takımın katıldığı turnuva toplam 54 karşılaşmaya sahne oldu. Turnuva sonundaki sıralama ise aşağıdaki gibi şekillendi:


1.İspanya
2.Sırbistan
3.Yunanistan
4.Slovenya
5.Fransa
6.Hırvatistan
7.Rusya
8.Türkiye
9.Makedonya
10.Polonya
11.Almanya
12.Litvanya
13.Büyük Britanya
14.İsrail
15.Bulgaristan
16.Letonya

EuroBasket 2009, ne yazık ki son yılların en kalitesiz ve keyifsiz turnuvası olarak tarihteki yerini aldı. Takımlar, sakatlıklar ve başka nedenlerden dolayı ideal kadrolarından oldukça uzaktı. Dirk Nowitzki'den yoksun olarak turnuvaya gelen Almanya 11., NBA patentli önemli oyuncularından yoksun olan basketbol ülkesi Litvanya ise turnuvayı 12.sırada tamamladı. Bu iki hayal kırıklığının dışında sıralama, az çok turnuva öncesinde tahmin edildiği gibi oluştu.

12 Dev Adam'a gelecek olursak, turnuva öncesinin en kapalı kutu takımı olduğumuz söylenebilir. Tanjevic'in tartışılacak aday kadro seçimi, deneme-yanılmaları ve baş döndüren rotasyonları ile izleyicileri allak bullak eden hazırlık maçları zihinlerde en küçük bir ipucu bile oluşturmadı. Emin olduğumuz tek şey ise; İspanya, Sırbistan, Rusya, Litvanya ve Yunanistan gibi bir basketbol alışkanlığımız, kültürümüz, ekolümüz olmadığından, başarıları ancak insanüstü mücadele gücü ve aşırı motivasyon ile yakalayabilecek bir takım olduğumuzdu. Turnuvaya 3 mağlubiyet ile veda etmemiz de olasıydı, madalya kazanmamız da...

Açıkçası çok ümitli olmadığımız takımımız turnuvaya beklediğimizden çok daha iyi başladı. Sırasıyla Litvanya, Bulgaristan, Polonya, İspanya ve Sırbistan'ı yenerek 5 maçta 5 galibiyet kazandılar. Favori olarak gösterilen takımların da sivrilemediği turnuvayı madalya ile bitireceğimize inandı herkes. Gazete ve televizyonlardaki 12 Dev Adam haberleri, televizyon başında takımımızı destekleyen seyirci sayısı ve tribünlerdeki Türk bayrakları da giderek arttı. Turnuva öncesi ne yapacağını bilmediğimiz dev adamlar, bizleri çok heyecanlandırdı, sevindirdi ve beklentilerimizi arttırdı. Madalyaya ulaşmaya az kalmıştı...

Ve olanlar oldu... Grubun son maçındaki birincilik mücadelesinde aldığımız Slovenya mağlubiyeti ile bir çuval incir berbat edildi. Slovenya'yı yenebilseydik; çeyrek finalde Hırvatistan, yarı finalde Sırbistan ve finalde İspanya ile karşılaşacaktık. Hırvatistan tam dişimize göreydi, Sırbistan ve İspanya'yı grup maçlarında yenmeyi başarmıştık.

Oysa ki grubu ikinci tamamlayarak, zor ve engebeli yoldan gitmeyi denedik. Çeyrek finalde bize hep ters gelen, ezeli derbi havasını yaşayarak konsantre olmakta zorlandığımız Yunanistan ve sonrasında İspanya... Korktuğumuz oldu, Yunanistan'a yenildik ve çeyrek finalde elendik. Yorulmuştuk, beklentiler boşa çıkmıştı, moraller bozulmuştu. Tek silahımız olan mücadele gücümüzü ve motivasyonumuzu yitirmiştik.

Klasman maçlarına da bu faktörlerden yoksun olarak çıkınca, doğal olarak Fransa ve Rusya'dan fark yiyerek, 5/5 başladığımız turnuvayı 8.sırada tamamladık. Kesinlikle sürpriz bir sonuç olmasa da, ilk beş maçın ardından "başarısızlık" olarak nitelendirebiliriz bu sonucu.

Peki neden başarısız olduk?

- Daha önce de belirttiğim gibi; standartlaşmış bir basketbol tarzımız, ekolümüz, kültürümüz yok. Standardımız yok. Belki çok iyi olduğumuz bir günde hırsımızla, isteğimizle, yüreğimizle yenemeyeceğimiz rakip yok; ama ortalama veya vasat bir günümüzde, kötü de oynasak, şartları lehimize çevirebilecek ve maçı kazandıracak hiç bir silahımız yok.

- Yine daha önce belirttiğim gibi; bu takımı başarıya götürecek tek faktör motivasyon. Yani hırs, mücadele, kazanma isteği, "Vatan Millet Sakarya" faktörü. Kazandığımız maçları çok sert ve iyi savunma yaparak kazanmamızın nedeni de bu. Ama ne yazık ki oynanılan 9 maçın tamamında da aynı konsantrasyonu yakalamak mümkün olmadığından bir noktada tökezliyoruz. Grup maçlarında yendiğimiz ve grubu altımızda tamamlayan İspanya ve Sırbistan final oynadı mesela. Onları bu noktaya getiren başka silahları vardı çünkü. Teknik, fundamental, beceri, soğukkanlılık, turnuva takımı olmak gibi.

- Final niteliği taşıyan maçları soğukkanlılıkla oynayamıyoruz, heyecanı ve stresi yüksek son saniyeleri olumlu kullanamıyoruz. Sadece basketbolda veya diğer spor dallarında değil, hayatın her köşesinde bu böyle...

- Tüm fiziksel ve zihinsel gücümüzü grup maçlarında harcamamız nedeniyle tabiri caizse pilimiz bitti. Oysa altın madalya kazanan İspanya grubumuzu 4., gümüş madalya kazanan Sırbistan grubumuzu 3., bronz madalya kazanan Yunanistan ise grubunu 3.tamamlamıştı. "Turnuva takımı olmak" bu sanırım.

- Türk basketbolunun ciddi bir altyapı sorunu var. Yetenekli gençleri bulmakta, çıkarmakta ve yetiştirmekte ciddi sorunlarımız var. Bir çok oyuncumuz basketbola çok geç başlamış. Çok yetenekli de olsalar, mevcut yeteneklerini en iyi şekilde kullanamıyorlar ne yazık ki. Bu yüzden de oyunu okumakta zorlanan basketbolcularımız var, oyun zekaları yetersiz, set hücumlarında başarılı olamıyorlar, çok kötü üçlük ve serbest atış kullanıyorlar. (Ömer Aşık bir profesyonel basketbolcu olarak %10 serbest atış kullanırken, sıradan vatandaş olan ben, elimi ısıtabilirsem %45-50 atabiliyorum.)

- Basketbolumuzun başındaki isimler kinci, inatçı ve sabit fikirli. Belli ki hem milli takım, hem de ülke basketbolu çok emin ellerde değil. Semih Erden, Barış Hersek ve Bekir Yarangüme'nin yer aldığı takımda; Mehmet Okur, Kaya Peker, Ermal Kurtoğlu, Hüseyin Beşok ve Serkan Erdoğan gibi yetenekli ve tecrübeli oyunculara yer verilmemesi (veya verilememesi) de ispatı.

- Taktiksel olarak kurcalayacak olursak, Tanjevic'in oyun planı sadece sert savunmaya dayanıyor. İşin garibi, en iyi yaptığımız şey olan sert savunmayı da, çağdışı alan savunması saplantısı yüzünden, çok kritik anlarda kendi elleriyle baltaladı. Bununla birlikte herhangi bir hücum planından, organizasyonundan, şablonundan bahsetmek mümkün değil. Kerem Tunçeri ve Ender Arslan'ın pota altındaki Ömer Aşık'a top geçirmesi dışında çalışılmış bir şablon yok. 24 saniyelik hücum süresini 7-8 saniye kalıncaya kadar boşa harcayıp, son saniyelerde zorlama atışlarla skor üretmeyi denemekten başka yaptığımız bir şey yok.

- Sormadan edemeyeceğim: Kerem Tunçeri ve Ender Arslan'ın üçlük yüzdeleri nedir ki her ellerine gelen topu potaya sallıyorlar? Bu hatalı tercihleri sorgulayan kimse yok mu? Kritik son hücumlar neden oyun kurucunun insiyatifine bırakılıyor? Tanjevic'in tahtası boş mu? Sürekli Tanjevic'ten fırça yiyerek morali bozulan Semih Erden gibi yeteneği kısıtlı olan bir oyuncunun bu takımda yeri var mıdır? Barış Hersek gibi ileride faydalı bir basketbolcu olabileceği sinyalini veren, ama bu takıma zamansız seçilerek günah keçisi durumuna sokulan bu çocuğa yazık değil mi? Bekir Yarangüme hiç dakika almayacaksa, belli ki kendisinden beklenen bir şey yok, peki neden takımda? Hidayet Türkoğlu neden bu kadar kötü, formsuz, isteksiz durumda?

Sonuç olarak; iyi başladığımız, kötü bitirdiğimiz bir turnuvayı geride bıraktık. Bizi sevindiren, heyecanlandıran, sinirlendiren ve sonunda üzen 12 Dev Adam familyasına teşekkürler... Önemli olan geçmişten dersler çıkarabilmek, umarım bunu başarırız ve 2010'da ülkemizde düzenlenecek olan Dünya Kupası'na çok daha iyi bir takım olarak çıkabiliriz. Hem bu sefer seyirci desteği ve kopacak gürültü çok daha fazla olacak. Tek silahımız olan "motivasyon" için en ideal şartlar arkamızda olacak. Hadi hayırlısı...