27 Ekim 2009 Salı

Derbi Heyecanı ve Faideleri


25 Ekim akşamı saatler sekizi gösterdiğinde, insanlar statta, kahvelerde, evlerinde, kafelerde, barlarda yerlerini almış ve maça kanalize olmuşlardı. Galatasaray, Şükrü Saracoğlu Stadı'na konuk oluyordu. Ezeli rekabet denen oyun yeniden sahneye konulmaktaydı. Başka planlarım olması sebebiyle maçı izleme fırsatım olmadı ancak eve dönüş yolu boyunca radyodan takip etmeye çalıştım. Ama ne yolculuk... Tek kelimeyle harika...

Sokaklar, caddeler, köprü, minibüs yolu bomboş, ıssız ve huzurlu idi. Bir pazar akşamı derbi maçı sayesinde huzurla ve ivedilikle evime dönebilmenin haklı sevinci vardı üstümde.

Çoğu zaman tersi gerçekleşse de, derbi maçı günleri ne zaman dışarı çıkacağınızı, trafiğe gireceğinizi bilirseniz huzurlu yolculuklar yaşamamanız için hiçbir sebep yok. Tabi kimi zaman maçı izlememeyi göze alıyorsanız...


26 Ekim 2009 Pazartesi

Arda Turan 2009 Beta


1987'de İstanbul'da doğdu.

1999 yılında (12 yaşında), Galatasaray altyapısına alındı.

2005 yılında (18 yaşında), Vestel Manisaspor'a kiralandı.

2006 yılında (19 yaşında), Galatasaray'a geri döndü ve A takıma seçildi.

2006 yılında (19 yaşında), Ali Sami Yen'de oynanan Galatasaray - Mlada Boleslav maçında ilk onbir başladı ve 2 gol, 2 asistlik performans ile önemli bir çıkış yaptı. 3 yıl boyunca devam ettirdiği üstün performans ile Galatasaray ve A Milli Takım'ın değişmez oyuncusu oldu. Lionel Messi ile kıyaslandı.

2009 yılında (22 yaşında), adı Avrupa'nın önemli kulüpleriyle anıldı. Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım, kendisini transfer edebilmek için Galatasaray'a 15 milyon euro önerdi. Galatasaray teklifleri reddetti. Galatasaray ruhunu temsil eden "sembol futbolcu" ilan edildi ve kendisine Metin Oktay'ın 10 numaralı forması ile Galatasaray kaptanlığı verildi.

2009 yılında (22 yaşında), kadrosunda Harry Kewell, Milan Baros, Elano Blumer, Abdel-Kader Keita gibi dünyaca ünlü yıldızları barındıran Galatasaray'ın liderliğine soyundu. Zeki tavırları, akıllı sözleri ve sempatik tavırlarıyla, Galatasaray'ın basın sözcüsü oldu ve halkla ilişkiler görevini üstlendi. Genç kızların sevgilisi, erkek çocukların rol modeli oldu. Güzel ceketler, güzel arabalar, güzel kadınlar ile birlikte İstinye Park'ta görüldü. Uykusuz kaldığını itiraf etti.

2010 yılında (23 yaşında), Avrupa'ya transfer oldu. Gerekli adaptasyonu, disiplini, konsantrasyonu ve özgüveni sağlayarak çok sıkı çalıştı. Sevilla, Lazio, Everton seviyesindeki takımlarda düzenli olarak forma giydi. Türkiye'de Lionel Messi ile kıyaslandı.

2012 yılında (25 yaşında), iki yıllık üst düzey Avrupa deneyimini lehine çevirerek; Barcelona, Real Madrid, Manchester United, Liverpool, Chelsea, AC Milan, Inter Milan, Bayern Münich seviyesine transfer oldu. Avrupa'nın önemli oyuncuları arasında sayılıyor. Türkiye'de hala Lionel Messi ile kıyaslanıyor. "Messi çok iyi arkadaşım, farklı özelliklerimiz var, kıyaslama yapmak doğru olmaz" diyor.

Arda Turan. Türkiye'de yetişmiş nadir yeteneklerden. Yeteneği, gücü, karizması var. 2010 yılında ne yapacak? 2012 yılında nerede olacak?

Kiminle kıyaslanacak? Lionel Messi mi? Hasan Şaş mı?





25 Ekim 2009 Pazar

NİHAT


Beşiktaş mazisinde önemli bir unsurdur Nihat Kahveci. Geçmişte örnek teşkil etmiş, taraftarın saygısını ve sevgisini kazanmış, sürekli istikrarlı bir performans göstererek "Toshack" ile beraber Avrupa yollarını tutmuş, yükselen grafiğiyle Avrupa' da da iyi işler çıkarmayı başarmıştır. Beşiktaş taraftarı o burada değilken bile orada attığı gollerle, elde ettiği başarılarla sevinmiştir. Hatta ayırt etmeksizin diğer tüm takım taraftarlarının da desteklediği, sevdiği bir futbolcu olarak anılmaktadır.


Beşiktaş' a döndüğünden beri yakalayamadığı eski formu, eleştiri oklarını daha evvel hiç olmadığı kadar üzerine çekmekte son günlerde. Belki de daha evvel hiç konuşulmadığı kadar çok konuşulur oldu kendisi. Malumunuzdur; kendisi ne özel hayatıyla, ne saha içindeki hareketleriyle malzeme olmuş bir oyuncudur. Zaten birçoklarının saygısını sevgisini kazanması ve yine birçoklarına göre kredisinin sonsuz olması biraz da bu yüzdendir.

Futbolculuk kariyerinde bu tip sınavlar veren birçok örnek gördük. Formsuzluklarını, kendilerine olan eleştirileri soğukkanlılıkla karşılayamayarak olmayacak işler yapanlar oldu. Bu bağlamda örnek vermek istediğimizde aklımıza gelebilecek örneklerden en önemlisi sanıyorum Emre Belözoğlu olacaktır.
İşte bu noktada saha içi ve dışında futbolculuk harici özellikleriyle de taktir edilen Nihat, belki de kariyerindeki önemli sınavlardan birini vermekte.

Gol atamayışı ve formsuzluğu, aldığı ücretle karşılaştırılarak, sürekli "haketmiyor" eleştirileri altında ezilmemek, baskıyı kaldırmak, sevilen ağırbaşlı, saygılı kişiliğini korumak zorunda. O da bunun farkında olmalı ki sürekli gol atmak adına çırpınıyor. Bu uğurda kimi zaman bencilleştiği de görülebiliyor. Ancak sürecin bu kısmında ona destek olunması gerekiyor ve tabi kendisini motive etmesi gerekenlere ki bu isim, en başta şu anki teknik direktör Mustafa Denizli' dir, çok iş düşüyor.

Bence taraftarın kendisine çok daha fazla zaman vermesi gereken bir oyuncudur Nihat Kahveci. Çünkü büyük bir ihtimalle hayallerini bırakıp evine dönmüştür. Bir röportajında hayalinin, emin adımlarla yürüyüp İspanya' nın büyüklerinden birinde forma giymek olduğunu belirtmişti, ancak geçirdiği önemli sakatlıklar onu bu hayalinden alıkoydu. Dolayısıyla mutsuzluğunu kavramak, ve toparlanmasının uzun zaman alabileceğinin bilincinde olarak Nihat' ı eleştirmek gerektiği unutulmamalı.
Takımın geri kalanına bakıldığında Nihat' ın bunu fazlasıyla hakettiğini düşünüyorum.

12 Ekim 2009 Pazartesi

Ders Bitti


10 Ekim 2009 tarihli, Belçika ile oynanan Dünya Kupası grup maçı sonrasında Fatih Terim'in kendi ağzından Milli Takım teknik direktörlüğünü bırakacağına dair konuşmasını dinledik. Haliyle üzgün ve hayalkırıklığına uğramış bir Fatih Terim gördük. Temennisinin grubun son maçı olan Ermenistan maçında galibiyet kazanmak ve görevini yerine getirmiş olarak ayrılmak olduğunu dile getirdi. Bununla birlikte Ermenistan maçı ardından gerekli ve önemli açıklamalar yapacağını da belirtti. Ne anlatacağı ve açıklayacağı merak konusu...

Herşeye rağmen ülkenin tartışmasız en başarılı teknik adamı Fatih Terim'dir. Bu reddilmesi güç bir gerçektir. Çünkü futbol adamlığı kariyerinde elde ettiği başarıların ülkemizde başka bir alternatifi yoktur. Terim dışında, onun başarılarını en azından tekrarlayabilecek ufku, gücü, başarısı, hırsı olan başka bir kişi henüz çıkmamıştır. Zaten sorun da budur. Yani "iyi teknik direktör" statüsünde futbol adamı yetiştirememek...
Futbol anlayışını, tarzını, kişiliğini beğenmeyen büyük bir kitle olduğu gibi rakamlar ve ulaştığı başarılar da ortada. Gerçekleri sürekli göz ardı ediyoruz ve daha sonra başımız sıkışıp sürekli aynı kapıyı çalmak zorunda kalınca şikayet ediyoruz.

İşte bu kıt teknik adam sorununun sonucu olarak olarak sürekli karşımıza çıkan Fatih Terim ise bize yine kendisini hatırlatmak ihtiyacını duyarak malesef doğru yapmıyor. İstifasını açıkladığı o basın toplantısında gözleri hafifçe dolmuş, bu üzgün teknik adam, ülke futbol takımının her başarısının altında kendi imzasının olduğunu bir kez daha vurgulamaktan geri kalmıyor. Böyle yaparak aslında demin bahsettiğimiz sorun üzerinden şunu demek istiyor:

"Bir gün siz tilkiler, kürkçü dükkanına geri döneceksiniz."

Aslında mahkumiyetimizi yüzümüze vuruyor; senelerdir aynı kişilerin isimleri, değişmeli olarak futbol sektöründe yer alıyor. Başarısız olmuş, onca ağır eleştirilerle gönderilmiş teknik direktörler, spor adamları, yöneticiler vs bir bakıyoruz ki üç beş sene sonra büyük umutlarla tekrar takımın başına geçirilmiş yada o takımda bir şekilde yer bulmuşlar. Eh tabi kısır arzın olduğu böylesi bir ortamda daha evvel sivrilmiş bir kaç isim de çalıştırdıkları takım sayısı, attıkları gol vs ile çoğu zaman hiç haketmedikleri halde vazgeçilmez ve güvenilir oluvermişler.

Hal böyleyken Fatih Terim'i suçlamak yanlış, sistemi sorgulamak doğru olandır. Günlük siyasi, tilkice çözümler yerine orta ve uzun vadeli çözümler üretmek için karınca gibi çalışmak, didinmek gerektiği gerçeği vardır. Futbolla yatıp kalkan memleketten yeterli futbolcu ve teknik adam çıkaramamaktır sorun. Koltuk sevdalılarının, risk almamak için pompaladıkları ağrı kesiciler ile başarıyı kartelleştirmeleridir. Kapalı kapılar ardında dönen gizli kapaklı işlerden haberdar olmamaktır. Oldurulmamaktır. Sahip olduğumuz bir zevkin tadının tuzunun kaçmasıdır son olarak.
Şimdi milli takımın başına kimin geleceğinin ne anlamı var? Yine bir ağrı kesici aranacaksa hiç yok. Çünkü şimdi olmazsa gelecekte çok başımız ağrıyacak bu açık.

11 Ekim 2009 Pazar

Dünya Kupası

Türk Milli Takımı 10.10.2009 tarihinde oynanan grup eleme maçları sonrasında 2010 dünya kupasına katılma hakkını tamamen kaybetti. Bosna Hersek, deplasmanda oynadığı Estonya maçını kazanarak grup 2.liğini garantiledi.
60 yılda sadece 2 kere katılabildiğimiz Dünya Kupası organizasyonuna yine katılamamış olduk. 2002 yazını yaşayabilen nesile dahil olduğumuz için sevinip "bir başka bahara" temennileri ile yüzümüzü geleceğe dönmekten başka çaremiz yok.

6 Ekim 2009 Salı

Gölge Etme, Başka İhsan İstemez.


Türkiye'nin neresine gidersek gidelim, futbolseverlerin ezici çoğunluğunun "3 Büyükler" dediğimiz Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş taraftarı olduğu su götürmez bir gerçek. Anadolu'nun dört bir köşesinde, hayatında İstanbul'u görmemiş, gönül verdiği takımı bir kez bile olsun canlı izleyememiş milyonlarca Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş taraftarı mevcut.

Bununla birlikte; bir de yaşadığı şehrin takımını tutan, kendi memleketinin renklerine gönül vermiş azınlıklar bulunmakta. Eskişehirspor, Ankaragücü, Trabzonspor, Bursaspor, Kocaelispor, Sakaryaspor gibi takımlar; ateşli taraftarlarının doldurduğu renkli tribünlere oynayacak kadar şanslı takımlarımız.

Ve de ne yazık ki, İstanbul Büyükşehir Belediye ve Ankaraspor (Ankara Büyükşehir Belediye) gibi ne amaçla kurulduğunu, ne amaçla mücadele ettiğini anlayamadığım takımlar mevcut ligimizde...

Halkının neredeyse tamamının 3 Büyükler'e gönül verdiği İstanbul ve Ankara'da, neden Büyükşehir Belediyelerinin kurduğu ve yönettiği takımlar yer almaktadır? Hem de Süperlig seviyesinde? Bu takımlara neden ihtiyaç duyulmaktadır? Bu takımların taraftar sayısı kaç elin parmakları kadardır? Bu takımların bütçeleri nasıl oluşturulmuştur? Teknik ekibe ve toplama futbolculara ödenen milyon dolarlar kimin cebinden çıkmaktadır? "Yol, su, elektrik" diye vergilendirilen İstanbul ve Ankara sakinlerinin cebinden çıkan paralar, neden kimsenin desteklemediği takımlara akmaktadır? Belediye Başkanları ve çocukları, halkın parasıyla, hangi hakla kendi egolarını tatmin etmektedir?

Anadolu'da herhangi bir şehrin belediyesi, kendi şehir takımını destekleyebilir. Desteklemelidir de. Küçük bütçelerle ligde tutunmaya, ayakta kalmaya, üst sıralara oynamaya çalışan takımlara, tabii ki belediyeleri destek verecektir.

Ama İstanbul ve Ankara gibi en büyük şehirlerimizde buna gerek var mıdır? Örneğin İstanbul'da, belediye başkanıgiller, ille de futbola destek olmak istiyorsa; Sarıyer, Zeytinburnu, Bakırköyspor gibi zamanında 1.Lig'de başarıyla mücadele eden, onlarca yıllık mazisi, geleneği ve taraftar desteği olan takımlara omuz versin. Ya da çok daha mühimi; altyapı okulları açsın, futbol sahaları, basketbol salonları yaparak, yeteneği olan çocuklara ve gençlere elini uzatsın. Cebimizden çıkan paraların hakkı verilsin? Çok mu istiyorum?

Hiçbir şey yapmayacaklarsa da, kirli ellerini futbolun üzerinden çeksinler. 1000 taraftarı olmayan takım, 1001 şaibe ile sporu bulandırmasın. Ligin tüm dengelerini altüst etmesin, kafalarda soru işaretleri oluşturmasın. Zaten yüzlerce komplo teorisi, futbolun üzerine gölge düşürmekte, bir de bu adamlar karanlığa gömmesin anamızın ligini.

Futboldan uzak, Allah'a yakın olun. Gölge etmeyin, başka ihsan istemez.

3 Ekim 2009 Cumartesi

Seyir Zevki Nerede ?


Yabancı futbol liglerinin televizyonda yayınlanmaya başladığı dönemlerdi. Bir hafta sonu televizyonu açtım ve ortahalli bir İngiliz lig maçına denk geldim. Koltuğa kurulup izlemeye başladım ve bir süre sonra yıllardır futboldan çok uzak kalmış olduğumun farkına vardım. Uzak kaldığım şey skor, tribün, tabela, taraftar gösterileri, futbol programları, bitmez tükenmez yorumlar, transfer haberleri vs değil de futbol seyrinin zevkiydi. Malum her yerli izleyici gibi sadece tuttuğum takımın maçlarını, o da bir yerlerde denk gelince izleyen, oynanan oyunu fazla merak etmeyen bir futbol yada skor takipçisiydim ben de.


Ancak 2000 li yılların henüz başında izlediğim o maç ile ufkumun açıldığını söyleyebilirim. Bu oyunun hayatınızda bir yeri varsa ama gerçekten hakkını vermiyorsanız atın gitsin, boşuna yer kaplıyordur. Öyle ya sosyal hayatımızda büyük yeri var bu oyunun; yeri geliyor arkadaşlıklar kuruyor veya bozuyor, sohbetlerin en çıkmaza girdiği anlarda durumu kurtarıyor, hayatın birçok alanında sahip olamayacağımız rekabet hissini sunuyor, siyaset, yaşam mücadelesi, iş, para gibi hususların aksine bize, belki de en fazla ihtiyacımız olan kısa ve kolay çözümler yaratabilme şansını veriyor. Ama tüm bunlar olurken en önemli şeyi unutuyoruz: “Keyif almak”. Evet maçlar oynanıyor, skorlar akıyor, tabelalar değişiyor oyuncular, yöneticiler gidip geliyor ama biz keyif almıyoruz.

Sadece tatmin oluyoruz.

Ne ile? Skorla? Tabelayla? Milyonlar harcanarak rakip takımlara nispet yapılmak amacıyla alınmış oyuncularla? İçi boş ve buram buram popülizm kokan yönetici demeçleriyle? Evet... Yani oyunun dışında gelişen veya oyunun sonucuyla şekillenen herşeyle. Ya oyun ne olacak? Sahnede neler olup bittiğinin önemi yok mu? Birçoklarına göre yok ve asıl tehlikeli hatta zaman kaybı olan şey de bu ve tam da bu noktada futbol gibi çok önemli bir spor dalı, bir anda güzel bir eğlence aracı olmak yerine büyük bir manipülasyon silahı haline geliyor.

Bu durumun futbol oyunundan götürdüğü çok şey olduğuna emin olmalıyız. Milyarların döndüğü bu koca oyun platformunda kazanmak o kadar önemli ki, oyunun güzelliğini çoğu zaman geri planda bırakabiliyor. Oynamaktan çok oynatmamayı düşünen futbol anlayışının seyir zevkinden bizleri mahrum ettiği gerçeği hergün medyada yada kamuoyunda yer bulan bir olgu artık. Fakat bunun sorumlusunun kim olduğu konusundaki fikirlerimizin yanlış olduğunu da bilmek zorundayız. Bizler sorunu yönetimlerde, futbolcularda aradığımız ve bununla beslenen karar mekanizmalarına, medyaya malzeme verdiğimiz yani talebi bu yönde belirlediğimiz müddetçe aslında ortada dönen kötü oyuna katkıda bulunmaktan öte birşey yapmıyoruz. Hatta bu kötü oyunun müsebbibi bizleriz. Çünkü skorla, transferle tatmin olmak hırsı ile güzel ve keyifli bir oyun izlemek değil, gündelik hayatımızın başarı açlığını bastırmak istiyoruz. Oysa sistem biz ne istersek onu vermek zorunda olan bir yapıya sahip. Üstelik böylesi büyük paraların döndüğü bir pazarda...


Öncelikle bu gerçeğin ve gücün farkında olmalıyız.